Meltem Arıkan
Marazi fantezilerin içinde
Çığlık çığlığa…
Masumiyet dilenmek…
Suçladıkça aklanmak
Zihin kendini kusarken,
Etrafa saçılan kurtçuklar,
Sesler yankı yankı
Flaş flaş görüntüler
İlizyonların ihtişamı,
Körleştirdikçe yaşananları
Parçalanacak!
Zamanla,
Zamanda,
Zaman…
Anda,
Anla,
An.
An be An!..
Rüzgarın uğultusu evin içinde dolandıkça ateşin sesi de değişiyor. Ateşin sesinde yankılanıyor dışardaki fırtınanın kudretli.. Aklıma Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i geliyor. Nasıl severek okumuştum, okurken öyle bir yerde yaşamanın hayalini kurmuştum. Şimdi Emily Bronte gibi ben de vadideki tepelerden gelen uğultuları dinliyorum.
Dışarıda acımasızca esen rüzgar, yağmur, şimşek ve gök gürültüsünün yarattığı kaosa inat içeride ateşin yarattığı güven ve huzur. Şimşeklerle daha da belirginleşen, her yeri örten karanlık… Karanlığı unuttuğumu fark ettim… Saf Karanlık… Şehirlerde yaşarken ışıklarla öldürdüğümüz, korkmayı öğrendiğimiz, gitgide yabancılaştığımız karanlık… Gölgelerin gizli ortağı… Baykuş seslerinde yankılanan karanlık… Zifiri karanlık…
Karanlık gibi unuttuğumuz yalnızlık… Yalnızlığın dinginliği, yalnızlığın bütünlüğü… Teknoloji sayesinde bizi bizimle bırakmayan kalabalıklar… Kendimizi unuttuğumuz, kendimizi yeniden yarattığımız, kendimizi kendimizden kopardığımız kalabalıklar… Tepelerin uğultusu yerine kalabalıkların uğultusu… Kalabalıkların acımasız dinamiği… Kendine, vakitsiz kalmak, kendine alansız olmaz, kendine kendinde yabancı kalmak…
Duvarda asılı duran raflarda ki çay fincanlarına takılıyor gözüm. Onlar bana bakıyor, ben de onlara… Bordo çiçekli, sarı simli, ince porselenden yapılmış antika çay bardakları, bardak altlıkları ve sütlüğü… Biriktirdikleri hikayeleri hiç paylaşmadan öylece asılı duruyorlar, duvara montelenmiş küçük dolabın içinde. Şahitlik ettikleri yaşamlar, masalar, sehpalar, onlara dokunan eller, ellerin hikayeleri, dudaklar, dudakların hikayeleri, kimi zaman hoyratça, kimi zaman okşayalar, onları yıkanan parmaklardan kalan izler… Çay takımı sessiz sessiz gözlemliyor, deneyimliyor ve öylece duruyor…
Belki de diyorum bu çay takım da benim gibi içine içine çığlıklar atıyordur. İçine içine… Onca yaşanmışlık, onca paylaşım, onca şahitlikten sonra kimselerin umurunda olmadan bir kulübenin duvarına mahrum kalmak… Eskisi gibi kullanılmadan, hatırlanmadan… Kullandıktan sonra hoyratça unutup gitmek…
Oysa bir zamanlar hangi masada, hangi örtünün üstünde, hangi köşede oldukları bile çok önemli olan… Kırılmasınlar diye özenle taşınan… Yıllar içinde oradan oraya sürüklenen bordo çiçekli çay takımı kim bilir daha kaç hikayeye daha şahitlik edecek bu kulübede, hiç sesini çıkarmadan…
Her hafta dikkatle onların tozunu alıyorum yoksa örümcekler hemen içlerine yerleşiveriyorlar. Hiç bir zaman onları kullanmaya cesaret edemedim. Sürekli bakışıyoruz ama…. Sanki dışarda ki fırtına, ateşin çıtırtıları ve vadinin uğultusu bu gece, beni yüreklendiriyor… Birini gözlemleyen olmak yerine birbirinin parçası olmak…
Çay takımından bir fincanı ve altlığını duvarda asılı olduğu yerden alıp, yıkıyorum. Sonra güzel bir çay demliyorum. Ateşin karşısına geçip, çayımı yudumluyorum. Sanki bu gece çayımı bu fincandan içersem, benimle hikayelerini paylaşacakmış gibi…. Bu gece bir fincanla, bir anı anıya dönüştürürken, bir yandan da eski anları, anıları, bugüne taşımaya çalışmıyorum… Bu an çay fincanın ve benim hafızamda bir anı olana kadar…
Zamanla,
Zamanda,
Zaman…
Anda,
Anla,
An.
An be An!