Arat Barış
İran’da Jina Mahsa Amini’nin ölümü sonrasında başlayan protestolar sürerken, rejim güçlerinin kanlı müdahalesi de artarak devam ediyor. Mahsa Amini’nin ölümüyle başlayan “kadın uyanışının” bugüne kadar kadınların aslında hiç teslim olmadığını gösterdiğini vurgulayan İran Araştırmacısı Gizem Aslantepe, ”Eşit ve adil bir düzen hakim olmadıkça kadınlar kurulacak bütün rejimlerde bu mücadeleyi vermeye devam edecektir.” değerlendirmesinde bulundu.
Tahran’da 13 Eylül’de ahlak polisi olarak bilinen İrşad Devriyeleri tarafından gözaltına alındıktan sonra hastaneye kaldırılan 22 yaşındaki Jina Mahsa Amini, 16 Eylül’de hayatını kaybetmişti.
Amini’nin katledilmesinin ardından ülke genelinde halk, hak ve özgürlükleri için sokaklara çıkmış, kadınlar zorunlu başörtüsü kuralına karşı başörtülerini ateşe vermişti. Üç ayı geride bırakan eylemler devam ederken, İran rejimi Mahsa Amini’nin ölümüyle başlayan “kadın uyanışını” durdurmak için bir yandan İrşad Devriyelerini (Ahlak Polisi) kaldırırken, bir yandan da idamlarla protestocuları korkutmaya ve evlerine geri döndürmeye çalışıyor.
Gazeteci Arat Barış, İran’daki protestoları, Molla rejimine ilişkin merak edilenleri İran Araştırmacısı Gizem Aslantepe’ye sordu.
Zorunlu hicap uygulamasına uymadığı gerekçesiyle ahlak polisleri tarafından göz altına alınan Mahsa Amini’nin 16 Eylül 2022 tarihinde polislerce katledilmesi sonucu başlayan protestolar ülkenin dört bir yanına yayılmış durumda. İran’da neler oluyor. Kimler neyi protesto ediyor? Baskıcı Molla rejimine karşı bir devrimin ayak sesleri mi yoksa zamanla dinecek olan bir öfke patlaması mı?
Öncelikle şunu söyleyerek başlamam gerekir, İran İslam Cumhuriyeti tarihinde kadınların öznesi olduğu ilk ve tek protesto dalgasıyla karşı karşıyayız. Çünkü protestoları başlatan ve yayılmasını sağlayan kadınlar oldu. Daha önce de kadınların çeşitli protestolarla (münferit eylemler, sivil itaatsizlik eylemleri, öğrenci hareketleri, sokak gösterileri vs.) kendilerine dayatılan İslami yaşam formuna karşı çıktıklarını görmüştük. Ancak böyle bir güçlü başkaldırı olmamıştı. Yani kitlesel eylemselliğe dönüşmemiş, toplumun diğer kesimlerini bu denli içine alacak bir hareket baş göstermemişti. Tam bu noktadan durup geriye baktığımızda, protestoların kadınlarla sınırlı kalmadığını, onların açtığı bu yolda, sisteme öfke duyan herkesin kadınların ardında toplandığını onlara omuz verdiğini görüyoruz. Ancak tabii ki gerek örgütlenme biçimi açısından gerekse de taleplerin açıkça ifade edilmesi açısından protestolarda birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Bu bağlamda, protestolar başladığından beri “İran’da yeni bir devrim mümkün mü?” sorusu sık sık gündeme geliyor. Bana kalırsa potansiyel bir devrim için; örgütlü mücadele, bu örgütlü mücadeleyi verebilecek, toplumun farklı kesimlerini ve bağlı bulundukları fraksiyonları bünyesinde barındırabilecek asgari düzeyde taleplerinde ortaklaşmış çoğulcu bir muhalefet ve söz konusu muhalefetin sözcülüğünü üstlenerek bu talepleri dile getirebilecek lider veya liderler gerekmekte. Çoğulcu muhalefetin varlığı aşikâr ancak örgütlü mücadele noktasında bugün ciddi bir sorun yaşanıyor. Kadınlar toplumun diğer kesimleri tarafından desteklense de bu destek sistematik bir çerçeveye oturtulabilmiş değil. Öğrenci hareketleri, işçi ve esnaf grevleri henüz beklenen etkiyi yaratabilmiş değil. Ayrıca protestoların liderden yoksun olması da taleplerin açıkça dile getirilmesini zorlaştırıyor. Protestocuların siyasi bir kazanım elde edebilmeleri için 1979 İslam Devrimi’nde olduğu gibi bu toplumsal harekete yön verebilen, politika üretebilen, teorik bir çerçeve çizebilen ve mobilizasyonu sağlayabilen bir lidere ihtiyaç var. Öfkenin doğru bir yere kanalize edilmesi gerekiyor, yoksa protestolar sokak çatışmalarından öteye geçemeyecek gibi.
Protestoların, önceki protestolardan çok farklı yönleri var. Bunları ben dahil İran’ı izleyen birçok gözlemci üç aydır dile getiriyoruz zaten. Üç ay az bir zaman değil ve bu üç ay içerisinde yukarıda altını çizdiğim eksik unsurlar tamamlanabilseydi daha somut kazanımlar elde edilebilirdi. Ancak her şeye rağmen mücadelenin devam ettiğini söylemek lazım. Zira, yaklaşık 18.000 tutuklunun ve 500’e yakın insanın hayatını kaybettiği bu kanlı sürecin birtakım kazanımları beraberinde getirmesi gerekir. Aksi halde ya müesses nizam bu süreçten daha da güçlenerek çıkacak ya da bir sonraki protesto dalgasında nizamı temelden sarsan eylemlerle karşılaşacağız.
Psikolojik korku eşiğinin aşıldığını görebiliyoruz. “Ruhani’ye ölüm, Molla rejimi defol” sloganlarının atılması pek kolay olmasa gerek. Bu motivasyonun kaynağı nedir?
Benzer söylemlere daha önceki protestolarda da rastlamıştık. Gerek 2017-18 gerek 2019 protestolarında temel sebep ekonomik kriz ve yolsuzluk olsa da protestolar kısa zamanda hükümet karşıtı eylemlere dönüşmüştü. Hükümet karşıtı diyorum çünkü muhafazakâr kesim geçmişte ılımlıların Amerika ile yaptığı nükleer anlaşmadan Başkan Donald Trump’ın tek taraflı çekilişini dönemin Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin bir başarısızlığı olarak görmüştü. Bu yüzden ortaya çıkan mali yıkımın faturasını da Ruhani’ye kesmişti. En nihayetinde sokaklara çıktıklarında suçlayacakları isim radikal, muhafazakar bir isim değildi. Protestolar yer yer rejim karşıtlığına dönüşse de muhafazakâr bölgelerde hükümet karşılığı ile sınırlı kalmıştı. Hatta bu durum Ruhani’den sonra muhafazakar bir lider olan İbrahim Reisi’nin de cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını sağladı. Ancak şimdiki protestolarda çok net bir biçimde İslam Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin, kuruluş ideolojisinin, kurumlarının ve güvenlik aygıtlarının hedef alındığını görüyoruz. Halk yapılacak reformlara yahut verilecek sınırlı özgürlüklere tav olacak dönemi çoktan geçti. 43 yıllık birikmiş bir öfkenin patlaması, protestolarda korku eşiğinin aşılmasına neden oldu. Bunda cinsiyetçi politikaların, sosyal hayatını kısıtlayan düzenlemelerin, yaptırımların, ekonomik krizin, devrimci ideolojinin dış politika yönetiminin, ülkenin maddi kaynaklarının Şii milislere aktarılmasının, Devrim Muhafızlarının adeta bir şirket gibi ülkenin sermayesini ele geçirmesinin, iltimasın, rüşvetin ve en nihayetinde “kötü yönetimin” de etkisi var.
İran toplumunda kadınların statüsü nasıl değişebilir? Rejim değişse bile erkek egemenliğine alışmış olan İran toplumu kadınların eşitliğini kabul edecek mi sizce?
İran geleneksel bir toplum yapısına sahip. Orta Doğu’da birçok ülkede olduğu gibi toplumsal normlar kamusal alandaki hal ve hareketlerimize yön verir. Bu normlar, ataerkil toplumlarda hegemonik erkeklikle iç içe geçer. Çok boyutlu bir iktidar mücadelesi olarak betimleyebileceğimiz hegemonik erkeklik bünyesinde özellikle erillik ve heteroseksüellik barındırır. Bu açıdan sadece kadınlar değil, LGBTİ+ bireyler ve diğer erkekler de bu hegemonik erkekliğin dışlayıcı tavrıyla yüzleşmek zorunda kalabilir. Yani hegemonik erkeklik sadece kadın-erkek ilişkilerini değil, kadın-kadın ve erkek-erkek ilişkilerinde de belirleyicidir.
İranlı kadınlar hayatlarının her alanında/aşamasında hegemonik erkekliğe maruz kalıyor. İslamcı rejim, kurulduğu ilk andan itibaren toplum için “tehlike” oluşturmayan, “iffetli” ve “devrimci” bir kadın figürü tasavvur ediyor. Din adamları kadınları “devrimcilerin anaları”, “Hz. Fatımaları” ve “Hz. Zeynepleri” olarak görüyor. Kadının, kendisine çizilen dairede “oynaması” bu halkanın dışına çıkmaması bekleniyor. İtaatkar olması, evini çekip çevirmesi, vatanına milletine hayırlı çocuklar yetiştirmesi isteniyor. Öte yandan bu eril tahakküm, her kadın üzerinde aynı etkiyi yaratmıyor. Medeni hakları elinden alınan kadın; cinsiyetçi politikalara, mansplaining’e, gaslighting’e, emek sömürüsüne maruz kalıyor, istismara ve tacize uğruyor. Bütün bunlara rağmen birçok kadın – hatta muhafazakar kadınlar da dahil – toplumsal cinsiyet rollerini olduğu gibi kabul etmiyor, sınırlarını zorluyor. Toplumsal normları reddeden “ayrıksı otları” manipülatif eril dile teslim olmak yerine kamusal alanda kendini gerçekleştirebilme mücadelesi veriyor. İran’da Mehsa Emini’nin ölümüyle başlayan “kadın uyanışı” bugüne kadar kadınların aslında hiç teslim olmadığını gösteriyor. Eşit ve adil bir düzen hakim olmadıkça kadınlar kurulacak bütün rejimlerde bu mücadeleyi vermeye devam edecektir. Dileğim odur ki daha fazla yara almadan ve kayıp vermeden bu hayallerini gerçekleştirebilsinler.
İran’da birçok etnik kimlik yaşıyor. Bu protestolar, etnik sorunları ve talepleri biraz daha görünür kılsa da toplum baskı rejimine karşı temel hak ve özgürlükler etrafında kenetlendi. Bunu nasıl okumak gerekir?
Protestoların Kürdistan’da başlaması, Mehsa Emini’nin Kürt vatandaşı olmasından ileri geliyordu. Bu bakımdan hareket önce İran’da etnik ve dini azınlık (Şafii Sünni) durumundaki Kürtler arasında karşılık buldu. Ancak Kürtlerle sınırlı kalmadı. Kısa zamanda Belucilerin, Azeri Türklerin ve Arapların yaşadığı bölgelere de sirayet etti. Protestoların azınlıkların ikâmet ettiği bölgelerde daha şiddetli yaşandığı su götürmez bir gerçek. Bu durum, devletin üzerine inşa edildiği İslami ögelere duyulan rahatsızlık kadar Fars milliyetçiliğinden duyulan rahatsızlığı da gözler önüne seriyor. Tansiyonun yükselmesi rejimin bu bölgelerde orantısız güç kullanımıyla sonuçlandı. Birçok noktada protestoculara ateş açıldı. Güvenlik güçlerinin silah kullanmadığı ifade edilse de sosyal medyada aksini kanıtlayan bir dolu fotoğraf ve video dolaşıma girdi. Çok sayıda protestocu hayatını kaybetti, ağır yaralandı, kayboldu, tutuklandı, hapis veya idam cezasına çarptırıldı. En büyük protestolar azınlık bölgelerinde yaşansa da toplumun farklı kesimleri mücadele alanını genişletti, protestoları İran’daki bütün eyalet ve şehirlere yaydı. Bunda toplumun üzerinde fikir birliğine vardığı ortak sorunlar etkili olmuştu. Ortak mücadele atılan sloganlar dahi kendini gösteriyor, eylemciler protestolar sırasında birbirlerine selam gönderiyor, birbirlerinin davasını sahipleniyordu. Mehsa’nın ölümü Kürdistan’dan Belucistan’a, Güney Azerbaycan’dan, Huzistan’a birçok kesimi birleştirmişti. Benzer bir tavır alıyor, benzer reaksiyonlar gösteriyorlardı. Zira bu sefer mesele ekmek değil, özgürlüktü. 2017-18 ve 2019’dan farklı olarak birçok insan “özgürlük” talebiyle sokaklara dökülmüştü. Bu özgürlükler, sivil haklar anayasal güvence altına alınmadan da sokak hareketliliği devam edecektir.
İran’daki protestolarda bir başka aşamaya geçildi. Bir bir idam kararları geliyor. Süreç nereye doğru ilerliyor?
Açıkçası bunu kestirebilmek kolay değil. Rejim bir yandan İrşad Devriyelerini (Ahlak Polisi) kaldırıp “başörtüsü” meselesiyle ilgili yeni düzenlemelerin/reformların yapılacağının sinyalini verirken bir yandan da idamlarla (hatta aleni idamlarla) protestocuları korkutmaya ve evlerine geri döndürmeye çalışıyor. Yani denge mekanizması kurduğunu söyleyebiliriz. Ancak İrşad Devriyelerinin kaldırılması demek başörtüsü konusundaki denetimin ortadan kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Yerine yeni ve daha teknolojik bir mekanizma gelirse bu, kadınların hayatını eskisinden daha zor kılabilir. Başörtüsü konusundaki düzenleme ise hala bekleniyor. Müesses nizamın içinden bazı yetkililer yaptıkları açıklamalarda herhangi bir anayasa değişikliğinin söz konusu olmadığını ancak kanunların uygulanmasında birtakım “esneklikler” gösterilebileceğini söylüyor. Dolayısıyla bu konu gizemini koruyor. Öte yandan şeffaflığı ve aldığı kararlardan ötürü yargı organının meşruiyeti sorgulanıyor.
Geçtiğimiz günlerde “Muharebe” – Farsça’dan İngilizce’ye yapılan çevirilerde Allah’a savaş açma olarak ifade edilen bu suç, esasen silah taşıma, terör faaliyetlerinde bulunma, kamu düzenini bozma ve kamu malına zarar verme gibi suçları ifade eder – ve “yeryüzünde yolsuzluk yayma” suçlarıyla yargılanan protestocular ilk celsede idam cezasına çarptırıldı. Avukat talepleri karşılık bulamayan, kendilerini savunma hakkı tanınmayan ve içeride ağır işkencelerle karşı karşıya oldukları bilinen protestoculara haklarında hazırlanan iddianameleri kabul etmeleri için baskı yapılıyor, tehdit ve şantajla itirafçı olmaları sağlanıyor. Öte yandan halk tarafından mahkemelerde delil niteliği taşıyan videoların gerçekliği sorgulanıyor. Bu videolardaki kişilerin mahkemedeki kişilerle aynı olmadığı dile getiriliyor. Bazı avukatlar delil yetersizliği ile ilgili sosyal medyada tweet zincirleri yapıyor, mausmiyet karinesine uygun davranılmadığını dile getiriyor ve infazdan önce müvekkillerini kurtarmaya çalışıyor. Mahkemelerde Besic üyelerini öldürmekle suçlanan kişiler yargılanırken (Yaklaşık 60 Besic üyesinin öldüğü söyleniyor) 500’e yakın hayatını kaybeden protestocunun katilleri bulunamıyor, yargılanamıyor. Bu da toplumun vicdanında derin yaralar açılmasına neden oluyor. Sahadan aldığım bilgiler protestocuların kararlı olduğu yönünde. İdamlar protestoları durdurmayacaktır. Ancak sistematik ve örgütlü bir mücadele verilmedikçe protestocuların taleplerine ulaşması da mümkün görünmüyor.
GİZEM ASLANTEPE KİMDİR?
İran Araştırmacısı Gizem Aslantepe, lisans eğitimini Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih bölümünde aldı. Ardından, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalında Yüksek Lisansını “İran İslam Cumhuriyeti’nde Temsiliyet ve Demokrasi Tartışmaları: Rejimin İnşasında Meşruiyet Stratejileri” başlıklı tezini yazarak tamamladı. Farklı gazete ve dergilerde İran’ın iç siyasetine, dış politikasına, Orta Doğu’daki varlığına ve İran’daki kadın haklarına dair yazılar kaleme almaktadır.