İşten küçük kızım geldikten sonra çıktım. Çocuğu bırakacak yer yoktu malum. Henüz okula başlama yaşı da gelmemişti. En erken Eylül’de okula gidebilecekti. Devletin annelere dil eğitimi, çocuklara da aynı bina içerisinde anaokulu hizmeti veren ücretsiz kursuna kaydoldum. Benim gibi küçük çocuğu olan kadınlar, yan taraftaki anaokuluna çocuklarını bırakıyor sonrasında derse geliyordu. Kursa gelenlerin tamamı Ortadoğulu ve kadındı. Vietnamlı bir kadın dışında geri kalanı Müslümandı. Vietnamlı’ya da “hello”yu değil, “Selamünaleyküm” ve “Elhamdülillah”ı öğretmişlerdi. O da sınıfa “Selamünaleyküm” diyerek giriyordu.
Kendi geleneksel kıyafetleri ile gelen çoktu. Zamanla hepsini tanımaya başladım. Bir yanımda Afganistan’dan gelen 63 yaşındaki Ziyagül, diğer yanımda Suudi Arabistan’dan Kanada’ya gelen Sudanlı Fatima vardı. Fatima’nın yüzü çok gençti. Tombul parmaklarına küçük gelmiş gibi sıkışan yüzüğü dikkatimi çekiyordu. Elleri bana köyümde mantı sıkan, halı dokuyan, baklava açıp nohut yolan annemi, Anadolu’nun emekçi kadınlarını hatırlatıyordu. Fatima’nın elleri sanki Ortadoğu’nun haritasıydı. Tombul bronz elleri ve lale motifli yüzüğü her baktığımda beni hüzünlendiriyordu çünkü o ellerde çile vardı.
Fatima 13 yaşında evlenip, 15’inde anne olmuştu. Sınıftaki kadınların tamamının hikayesi birbirine benziyordu. Bir derste öğretmen iş başvuru formunu nasıl dolduracağımızı öğretiyordu. Eğitim durumu bölümüne mezun olduğumuz okulları yazmamızı söyledi. O an sınıfta bir sessizlik oldu. Herkes bir diğerinin yüzüne bakıyordu. Sadece Kuran kursuna gitmiş, hiç okula gitmemişlerdi. Sınıfta tek okula giden, üniversiteden mezun olan bendim. Öğretmen artık duruma aşina olduğu için, “Okul bölümüne buranın ismini yazın” dedi. Hepsi yan sınıftaki çocukları gibi ilk kez okula geliyordu.
Okul bölümüne kursun adını yazdılar. Sınıfta araba kullanan da bir tek bendim. Öğretmen ehliyet ile ilgili prosedürü anlattı. Çoğunluğu ehliyet almak istiyordu. Yazıya ne kadar dökülebilir bilmiyorum ama orada sosyal devletin, hukukun ve sistemin tabuları nasıl kırdığını, insanları nasıl “mutlu ettiğini” gördüm. Artık mezun oldukları okulun adını yazacak, ehliyet alacak bir yaşamları vardı.
Fatima bir yanımda Ziyagül diğer yanımdaydı. Devlet, devlet gibi davrandığında hiç okula gidemeyecek insanların kaderini değiştiriyor, onları mutlu kılıyordu.
Kızlarım yanıma gelmeden, kursa başlamadan önce çalıştığım restoranda Tibetli bir arkadaşım heyecanla bisiklet aldığını anlatmış, “Kullanmayı bilmiyorum ama öğrenirim. Tibet de bunu alamazdım” demişti. Nasıl süreceğini bilmediği bisikleti almıştı.
Şimdi evlendi, bir kızı oldu ve nasıl süreceğini bilmediği bisikletin heyecanını üzerinden attı. Araba kullanmaya başladı.
Kanada gibi ekonomi, hukuk, bilim, sanat kısaca her anlamda dünya standartlarının ilerisinde olan bir ülkede; Dünya’nın farklı yerlerinden gelenlerin hem mutluluğuna hem de dramına tanık oldum. Devlet halkını da, kendisine sığınanları da mutlu ediyordu. Tıpkı bir aile gibi…
Fatima, Ziyagül ve Tsering’in çok basit şeylere erişerek mutlu olmaları beni memlekete götürdü.
Dostluğun, komşuluğun, aşkın, çocukluğun dolu dolu yaşandığı, samimiyetin kaybolmadığı, en büyük derdin eşitsizlik, yoksulluk ve devrimcilik diye konuşulduğu Türkiye geçmişim aklıma geldi.
Haftada bir köye gelen çerçinin tek tek sattığı gofretlerden bir tane yemenin sevincini hatırladım.
Küçük bir çocukken takım yıldızı gibi peşime dizdiğim, öğlen harmanda ortalarında uyuduğum altı Kangal köpeğimin vefasını özledim.
Sonrasında bir genç kıza dönüştüğümde dinlediğim arabesk müzikler, ilk aşkla kızaran yüzler… Utanma duygusu…
‘Perihan Abla’ başlarken sokakların boşalması, arka camı ucu oyalı perdelerle kapalı, Ferdi Tayfur şarkılarının çaldığı dolmuşlar, arabaların arkasına konan karpuz dilimli dantel süsler ve Ahmet Kaya’nın “Ağlama Bebeğim” albümünün varoşluğumuzun sesi oluşu…
İlk kez gittiğimiz kafelere konan müzik kutuları ile edilen ilan-ı aşklar…
Batıkent’te açılan kafede Mahsun Kırmızıgül yeni yeni alemin krallığına adaylığını koyarken, benden çekinen delikanlının o müzik kutusunda sürekli gözüme bakarak, “Bu sevda bitmez” şarkısını çaldırması!
Aniden çalan kapılarımızda, “kokusu yayıldı canınız isterse inceliğiyle” ellerinde ketelerle gelen komşularımız…
Mahallenin en büyük kavgasının, sokaklara kurulan salça kazanlarından çıkan dumanının evlere sızdığı için yapıldığı günler…
Zehir oynayıp, poşet poşet doldurduğumuz, hazine gibi sakladığımız misketler…
Cenazede ve düğünde imece usulü hazırlanan sofralar…
Sinek ilaçlama aracının arkasından çıkan beyaz dumanı buluta benzettiği için koşan çocuklar…
Sonra birileri gelip, bütün bunları yavaş yavaş elimizden aldı. Evlerimizdeki türküleri, arabesk müziği kapattılar. Yerine racon müzikleri koydular.
Bizimkiler gitti, Kurtlar (vadisi) geldi.
Eski ile yeni birbirine girdi.
Ve özleyecek bir memleket kalmadı.
Sürmeyi bilmediği bisikleti alan Tibetli genç aşçının, okula kavuşan Ortadoğulu kadınların gözündeki mutlulukla birden akla gelen anılar kaldı.
Haftada bir tek dal gofret yemek için çerçi kuyruğunda beklediğimiz günleri, Kangal köpekleri ile dost olduğumuz harmanları hatırlattı her şey…
Ahmet Kaya’nın çocuk yaşımızda vaat ettiği, “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” şarkısı ile ettiğimiz vedalar ve geride kalan dostlarımızın çığlık çığlığa söylediği;
“Bize kan, bize fer
Bize göz yaşı kaldı!
Dostlar tükenip gittiler,
Yaşama telaşı kaldı.”
Özlenecek anılar ve bir türkü kaldı ama memleket değil!
Memleketse, o memleket bizim memleket değil!
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.
Beni de çocukluğuma, köyüme götürdün Arzu. Harika bir yazı, ağzına yüreğine sağlık.
Arzu Yıldız memleket yazınızı defalarca okudum .Her defasında o acıyı hissediyorum güçlü Şehmeran kadın kadın olarak yüreğinizin hayranıyım