Dide Nur
İnsan dünden bugüne taşıdığı yüklerin hamalıdır. Genetik kod mu desem, benliğe atılmış bir çentik mi, acısı geçmeyen?… Tüm bu yüklerin verdiği ağırlık altından nadiren kalkabilen… Çoğu vakit yükünün üstüne yük bindiren.
Elbet dünleri unutmak diye bir kavram yok. Çünkü dününü unutan, dersini alamaz. Dününü unutan yarınlarına ışık tutamaz. Peki nasıl bir denge olmalı ki, dün dünde kalmalı? Yarınlarımıza, öze ait değerleri kaybetmeden adımlar atılmalı. İnsana dair, insanlığa dair iyilik ve güzellikler kaybolmamalı. Kötülük, cehalet, yobazlık ve bağnazlık nesilden nesile aktarılırken, iyilik ve güzelliklerin sesi cılız kalıyor. Acaba neden? Yani her daim kötülük koşar adım ilerlerken bir defa da iyilik, güzellik “İnsanlık” moda olamıyor. Adına kötülük dediğimiz tüm oluşumlar dünya çapında itinayla kıtalar dolaşıyor. Karşılığında iyi ve güzel olanlar hep bir perde arkasında sahne gerisinde kalıyor. Belli yerleri tahakküm altına almış, belli zihinlerde kök salmış ve hiç durmadan harlanan bir kötülük, kaos içinde çırpınıyor. Sadece biz değil dünya sanki doğum sancısı çekiyor.
Onca yorgunluğuna ve yaşına rağmen ya tertemiz arınmış bir “Ana” merhametiyle saracak bizleri, yahut o sancıda yitireceğiz insana ait tüm değerlerimizi.
Oysa kainat ve onu yoktan var eden Kudret bize o kadar güzel örnek ki, bakmayı mı bilmiyoruz, okumayı mı, orası muamma. Her kışın zemherisinde ayaz yiyen kupkuru dalların, karın altındaki başakların bahara uyanışı bize niye örnek olamaz ki? Her kış önü dökülen, savrulan yapraklardan sonra çırılçıplak kalan ağaçların baharla uyanışı, büyüleyici defileleri bizi neden kendimize getirmez ki? Sadece bir çiçeğin binbir çeşidi bize kardeşçe yaşamı öğretemez mi? Hani büyük usta Yaşar Kemal’in dizelerindeki gibi; “Bir bahçede hep aynı çiçekten olursa o bahçe güzel olmaz. Sen, ben, o varız diye güzel bu bahçe. Koparma farklı çiçekleri, kalsın renkleriyle, kokularıyla.”
Farkındayız veya değiliz varlığın insana hizmet ettiği bir âlemde yaşıyoruz. Var edilen her şey insanın faydasına, onlar hayatın devamına bir vesile. Hava, toprak, su en başta tüm âlem bizim için. Peki insan ne yapıyor diye baktığımızda, binbir sayfa çıkıyor karşımıza. Eksiklerimiz ve hatalarımızla… İflah olmaz hırslarımız
bozuyor, yıkıyor, tarumar ediyor. Öyle ki asırlara meydan okuyan güzellikler insan denen öğütücünün hırs dişlisinin arasında dayanamayıp can veriyor. İnsan diyorum ya, hırsını, öfkesini, nefretini nesilden nesile taşırken sevgiyi, aşkı, hoşgörüyü, kardeşliği, şefkati ve merhameti doğanın yapabildiği kadar bile nesline taşıyamıyor. Su gibi şifa veren olmak varken zehrediyor. İnsan güya seviyor. Dağlara, taşlara, ağaçlara, kuşlara, şarkılara, satırlara sevdasını anlatıyor. Bir tek sevdiğinin “Sadrına” sevgisini bırakamıyor. Âlemin bildiğini sevdiği bilmiyor. Kim sorarsa çiçek suyu seviyor, su çiçeğe âşık lakin çiçek susuzluktan ölüyor. Hep bir kısır döngü. Mertlik yok serde. Sevgi ise herkesin dilinde. Yeşilçamvâri bir hüzünle. Kime sorsak seviyor, kime sorsak âşık bunun yanında kimse sevdiğinin gönlüne dokunamıyor. Çünkü sevmeyi bilmiyor. Evvelinde gerçekten seven insanın huzur atmosferine rast gelmediği için inanamıyor. Oysa seven sevdiğine şifa oluyor. Dokunduğu yürek nasibini alırken, dokunduğu topraktan bereket fışkırıyor. Var olan eşyasına hayat üflüyor evi, odası ve hâliyle doğası huzur veriyor. Seven gönlün bulunduğu belde, dağ, taş, hatta varsa evcil hayvanlarıda güzellikleri fısıldıyor. Sular başka akıyor, doğa kendini süslüyor. Sunduğu yemek, paylaştığı bir yudum su hayat veriyor. Sevgi öbek öbek yayılıyor yapılan her işte, çevrede, oradan dalga dalga her yere.
Fakat şimdilerde hep bir yarımlık var etrafımızda, ruhlar da tamamlanmıyor. Canı çok defa yanan insan ben çektim o da çeksin deyip kabuğuna çekiliyor. Öylece uzaktan izliyor. İçi yansa bile ses etmiyor. Çünkü yarası derin yaranın acısını o da görsün tanısın istiyor. İnsan en çok sevdiğinden, severken intikam alıyor. O da çeksin aynı ben gibi, biz gibi diyor. Anlasın istiyor. Geçmişten gelen birikenleri, acı tecrübeleri bir daha yaşanmasın tekrarı olmasın diyemiyor. Geçmişin geride kaldığını, istemediği takdirde oraya dokunup düzeltme imkanı olmadığını görmek istemiyor. İdrak dar kalıyor. Bazen çevredekilerin de etkisiyle körleşiyor. Benzer acılardan geçen hemen koşup geliyor, çünkü acıyı tanıyor. Merak etme yanındayım diyor. Acı ve hüzünden beslenen acı sevicilerin, arasında boğulup kalıyor. Oysa sıyrılabilse, yanındayım deyip, yüzünü güldüren fakat yüreğini bilmeyenlerden arınabilse… İyilik ve güzelliğe dair başaklar boy verecek içinde, çevresinde. Bırakabilse geçmişe dair birtakım yarımlıkları sistem kendi içinde ona yolunu çizecek. Akışına bırakmak derken bile akışa yön verme talihsizliğini yaşıyor insan. Arınmadan, durulmadan dokunuyor. Dokunduğu yere hayat taşıyabilecekken var olan hayatı sonlandırabiliyor. Yenilenmiyor, yenilenemiyor dünle bugün arasındaki zihninin savaşında. Tecrübeyi saf dışı bırakıyor, tecrübeden ders almak bir tarafa aynı yolda yürüyemediği, aynı çileyi çekmediği hâlde sırf ruhu, duygusu, görgüsü ve kalıbı uymadı diye had bildirme hadsizliğiyle çirkinleşiyor. Kavram karmaşası böylece sürüp gidiyor. Aslında insan dinlemeyi bilmiyor. Kulak kesilmiyor kâinata, muhatabına.
Cevap verebilmek için dinliyor. Anlamak eşiğine varamadan hüküm veriyor. Aceleci, hızlı… Oysa hız insanı yoran en büyük etmen, fark edemiyor. Tez canlı hemen hüküm veriyor. Hükmü verdiğinden çoğu zaman muhatabın haberi bile olmuyor. Yoruyor ve yoruluyor insan. Günün sonunda, ömrün ahirinde ne kadar devam edeceğini dahi bilemediği üç günlük dünyasını kendine ve en yakınlarına zindan ediyor. Bilmiyor ve en kötüsü bilmediğini de bilmiyor. Oysa ilmin kapısı bilmediğini bilmekten geçiyor diyor sözün büyükleri, hem onları çok seviyor, hem de sevdiği büyüklerinin sözünü dahi dinlemiyor, göremiyor. Ve insan kendiyle mücadele ederken, hırslarıyla baş edemezken sözde menfaati icabı ona yön verenlerin duygularının hamalı olup çıkıveriyor. Hani başta da dedik ya, İnsan ne garip bir varlık ki, dünle bugünü harmanlarken nesline iyilik, güzellik, dürüstlük, sevgi, aşk, muhabbet, şefkat ve merhamet değil de kaos, karmaşa, renk, dil, din, mahalle, kimlik ayrımlarını taşıyor. Yarınlarına aktarıyor.
“Kötülük” her daim boy gösterirken “İyilik” moda olup podyumlarda salına salına asaleti ve zarafetiyle yürüyemiyor. Ve insan en fazla kendine kör, kendine hissiz, kendine duygusuz, kendine acımasız yaşa(ya)mıyor. Sadece bu dünyadan geçiyor.
Ve bir ses, iç ses “Bir kere de, iyilik ve güzelliğe dair ne varsa, salgın bir hastalık olsa ve herkese bulaşsa diyor.”