Bizde ‘siyaset neden radikalleşiyor ve şiddet doğuruyor’ sorusuna yanıt ararken daldan dala atlamaya yol açan bir dizi düşünce çıktı ortaya. Çok da düzenleme ve arındırma gereği duymadan paylaşayım istedim.
SİYASAL USLUP
Türkler, tarihlerini olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi, yani idealize ederek öğrendiler. O yüzden geçmişlerini yeterince öğrenemediler. Örneğin 1. Dünya Savaşı’ya tarihe karışan üç imparatorluktan biri olan Osmanlı’nın neden yüzyıllar içinde zayıfladığı ve çöktüğü ders kitaplarında yoktur. Abartılmış düşmanlar ve kötü niyetleri vardır. Türklerin emperyal bir geçmişleri olmasına rağmen emperyalizmden sürekli şikayet ederler.
Ülkenin sosyolojisi ise doğru dürüst incelenmemiştir. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” mitolojisi, toplumsal çeşitliliği hep tehlikeli gördüğünden kapsamlı tahlillere alan açılmamıştır. Bu nedenle ülkenin etnik, dinsel ve kültürel çeşitliliği hep kenarından köşesinden dile getirilmiş ve toplumun içinde barındırdığı zenginlik yeterince tanınmamış, benimsenmemiştir.
Siyaset ve yönetim de çeşitliliğin sakıncalı olduğu anlayışından etkilendiğinden, farklılıkların bağdaştırılmasına pek az katkıda bulunmuştur. Demokrasi, hakların ve özgürlüklerin zenginliğinden mahrum kalmış, devletin kıvrımlarında yaşayan “illiberal demokrasi”, her daim siyasete damgasını vurmuştur.
Bu ortam, gerçeklerin hep resmi süzgeçten geçerek topluma ulaşmasına neden olmuştur. Özetle, bize doğru, en azından doğunun tümü, söylenmemiştir. Pekiyi, sağlıklı bir toplum, tarih, inanç ve siyaset okuması nasıl yapılabilir?
DİNİN KÜLTÜREL KİMLİK OLARAK ÖNEM KAZANMASI
20 yy.ın ikinci yarısına gelindiğinde, daha önce toplumsal kurtuluşun formülü olarak sunulan sosyalizm ve nasyonalizm (ve onun aşırı türevleri Nazizm ile Faşizm) Müslüman toplumlarda artık etkisini yitirmişti. Başka ideolojilerin bıraktığı boşlukta din temelli bir siyaset anlayışı yaygınlaştı ve toplumları dönüştürmeye başladı. 1979 İran İslam Devrimi bu sürecin başlangıcıdır.
Dinler, vahiy olarak geldikleri gibi değil, dünyada mümkün olduğu gibi, yani toplumsal-kültürel olgular olarak yaşıyor, yaşanıyorlar. Özetle dinlerin, ilahi kökenli oldukları iddia edilse de onlar sosyal kurumlar; bu dünyaya aitler. Biz onları dünyada yaşandıkları haliyle biliyoruz. Dolayısıyla dinler, dünyanın şartlarına göre evriliyor, toplumsal olgulara göre yorumlanıyor. Bu olgulardan biri uluslaşmak ya da millet olmak. Ulus (millet), kısaca siyasi ve hukuki bir birlik olarak tanımlanabilir.
Müslümanlığın yaygın olduğu coğrafyalarda uluslar yeterince olgunlaşmış değil; geleneksel cemaatler birliği düzeyindeler. Bu coğrafyadaki ulusal devlet, modern dünyanın sunduğu hizmet ve nimetlerin pek azını yerine getirebiliyor; yani pek başarılı değil. Başarısızlığını baskıcı yöntemlerle örtüyor. Yüzü, pek çok konuda taklit ettiği ya da etkilendiği Batı’ya dönük olmasına rağmen onunla yaşadığı bir aşk-nefret ilişkisi. Ne onunla, ne de onsuz yapabiliyor. En azından ilim ve teknoloji üretim merkezi olarak Batı’ya muhtaç.
Cemaatler topluluğu olma gerçeğini aşamayan gelişmemiş toplumlarda memnuniyetsiz kitleleri iyi formüle edilmiş gelecek projeleri etrafında birleştiren bir siyasi ideoloji yok. Sanayileşemedikleri (sanayi öncesi oldukları) için, yeni ve daha iyi bir düzen fikrini üretecek güçlü bir modern sınıftan yoksunlar. Etkisiz siyasi ideolojilerin yerine insanlar arasında geçişkenliği sağlayan kadim kültürel ya da manevi bağ, ortak inanç…
Dünyevi hiçbir otoriteye olmayan güven, kutsal kaynaklı olduğu için dine duyuluyor. Kutsal olanın kurucu, yanılmaz, ve adil olduğu varsayılıyor. Bu yargıyı güçlendiren başlıca olgu, “inananlar birliğinin”, kan bağı gibi dar bir ilişkiden ya da millet gibi varsayımsal birliklerin milliyetçilik üzerinden çatışmalı doğasından uzak olduğuna inanmak. Din, dayanışma ve barış sağlayacağı inancıyla, başka ideolojilerin zayıflığında hem bir siyasal hareket, hem kimlik aracı haline geliyor.
Din, Müslüman ülkelerde her zaman inançtan daha fazlası olmuştur. Despotik rejimlerin hüküm sürdüğü OD’da muhalefet hareketleri, düzene itirazı olan siyasi akımlar, en acımasız hükümetlerin bile üstüne gidemediği bu kurumun çatısı altında kendilerine yer bulmuşlardır. Varlıklarını ve siyasi söylemlerini dini gerekçelerle ifade ederek korunmaya, inandırıcılıklarını bu yolla sağlamaya çalışmışlardır. Böylece, siyaset dinileşmiş; din de siyasileşmiştir.
Dinden Siyasete
Dinin siyasallaşmasını ‘kurtuluş’ olarak benimseyenler için dünya, dinsel kaynaklarda öngörüldüğü gibi şekillenmeli ve yönetilmelidir. Bu görüşü savunan ve yayan yorumcular, pratiğe taşıyan siyasetçiler, 21. yy’da sadece İslam coğrafyasını değil, tüm dünyayı etkilemişlerdir.
Ne var ki zamanla siyasallaşan dinin yorumları radikalleşmiştir, çünkü birçok ülkede siyaset, kendisinden beklenen çareleri (iyileşmeleri) üretememiştir. Bu, aynı zamanda Müslüman çoğunluklu ülkelerde yaygın olan Batı karşısındaki tarihi eziklik duygusunu gidermek demek.
Sonuç olarak iyice radikalleşen kümeler, toplumlarından ve ulusal devletlerinden koptular ve bağımsız silahlı örgütler olarak ‘kendi’ vatanlarını ve devletlerini aramaya başladılar. Afganistan’da uç veren El Kaide dünyaya yayıldı. Irak ve Levant (veya Şam/Suriye) İslam Devleti (IŞİD) Ortadoğu’da geniş alanları zapt ederek hilafet devletini kurdu. Kendine özgü bir yaşam ve siyaset anlayışını siyasal egemenlik kurduğu topraklarda yaygınlaştırmaya çalıştı. Bu anlayış, her anlamda totaliter nitelikte; bireyin tüm yaşamını ve her davranışını denetlemeye ve yönlendirmeye yönelik. Bunu da kutsala dayanarak yapıyor.
Bir kurtuluş, özgürlük ve adalet başkaldırısı olarak çıkan dinci siyaset neden demokrasi veya özgürlükçü bir kültür oluşturamadı?
Öncelikle özgürlük, Ortadoğu’da (OD) hiç bir zaman bireysel bir olgu olarak görülmedi. Bireyin hürriyeti, bağımsız düşünmesi ve davranması, OD toplumlarının ana kaygısı olmadı. Tersine özgürlük, topluluğun bağımsızlığı veya istiklali olarak algılandı.
Bağımsızlık, devletin; istiklal ise milletin özellikleridir. Birey hep bu kolektivitelere (çoğul öznelere) bağlı olarak algılanmıştır. Hakların ve özgürlüklerin kaynağı hep devlet veya yönetim olmuştur. ‘Yukarıdan’ verilen bu olanaklar birer lütuf olarak görülmüş ve yurttaşların verildiği kadarıyla yetinmeleri istenmiştir. Oysa bireyin (yurttaşın), inşasına ve sürdürülmesine katılmadığı bir rejimin demokrasi olması mümkün değildir.
Siyasallaşan Dinin Sonuçları
Günlük hayatın tanzimi ve yönetiminin dine (kaynaklara ve otoriteye) bağlanmak istenmesi, siyasi akım ve örgütlerin varlık ve faaliyetlerini din ile meşrulaştırmaya kalkmaları, iki sakınca doğurmuştur. Öncelikle, din inanç vasfından (kutsiyetinden) uzaklaşmış, dünyevi bir siyaset aracı haline gelmiştir. Bu durum onu siyasal rekabetin ve kavgaların ortamı haline getirmiştir. Her akım/grup kendisini dini metinler ve söylemler ile meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu da çok çeşitli yorumlara yol açmış, iman dışında tümü dünyaya ilişkin amel (uygulama), hukuk, yönetim ve ahlak konusunda çelişkili bir çeşitlilik doğmuştur.
Bunun tehlikesini gören El Ezher alimleri yanında Suriyeli Selefist fıkıhçı Şeyh Nasiruddin Al-Albani, Suudi Arabistanlı müftü Abdul-Aziz Bin Baz ve fıkıhçı Muhammad ibn Al-Uthaymeen gibi önde gelen yorumcular, din ile siyasetin kesinlikle ayrılmasını istemişlerdir. Aynı arzuyu, dinlerini saygın bir inanç olarak yaşamak isteyen, siyasal çatışmaların gerekçesi olarak insanları birbirine düşüren ve cinayetleri meşrulaştıran bir mazeret olarak kullanılmasını istemeyen milyonlarca Müslüman da dile getirmektedir.
Ve Ahlak…
İslam dünyasında pek çok kişi, dinin, ahlak ve hukuk yerine konmasının sakıncasına işaret etmiştir, etmektedir. Din tabii ki ahlakın ve hukukun kaynaklarından biridir ama kendisi değildir. İnsanların birbirine güven ve ahde vefa üzerinden oluşturdukları ilkelere dayalı bir ahlak ve hukuk düzeni, yerini bir dizi ayet ve hadise bırakınca dünyevi bir ahlak ve hukuk düzeninin kurulması zorlaşıyor. Bu nedenle dinin, siyaset tarafından günlük çekişmeler içinde kullanılıp tüketilmesine karşı çıkılıyor. Çünkü günün şartlarından doğan dini akımların/örgütlerin, farklı ve çelişen yorumları ve pratikleri, dinin saygınlığını, inanılırlığını ve bütünleştirici niteliğini azaltıyor.
Mısır’da Müslüman Kadeşler (MK) hükümeti, kendisinin rakiplerinden ahlaki olarak daha üstün ve güvenilir olduğu iddiasıyla iktidar oldu. Ama iş ve sermaye üretmek, alt-yapı hizmetleri, eğitimin kalitesini yükseltmek ve dış ilişkilerdeki başarı ile dinin bir ilgisi yok. İnsanlar, MK’den beklediğini bulamayınca, ümitleri yükseldiği hızda söndü. Kabaran sokak gösterilerini fırsat bilen Mısır ordusu darbeyle MK yönetimini sonlandırdı.
Dinin, siyasetin tüketici ve bozucu etkisinden kurtarılıp manevi alandaki saygın yerini almasını sağlamak günümüz Müslümanlarının önündeki en büyük meydan okuma olarak duruyor. Tabii bunun için özgür, rekabetçi ve kuralları şeffaf siyaset yollarının açık olması lazım.
DİN VE ŞİDDET
Dini, bir düzen ve ahlâk vaadi olarak düşünmek gerekir. İtikat ve ibadet tarafını dışarıda bırakırsak o, adil ve dayanışmacı bir toplumsal örgütlenme teklifidir. Pekiyi, nasıl oluyor da şiddetle bir araya gelebiliyor din? İşte can alıcı soru bu!
Dini kaynaklara baktığımızda şiddet, ceza ve intikam kadar barış, merhamet, şefkat de görürüz. Hatta aynı metinden ikisine de gerekçe üretebiliriz. Mesela, hep anlayış ve sevgi dini olduğu iddia edilen Hıristiyanlık, tokadı yedikten sonra öteki yanağı dönmeyi önerir. Oysa bu dinin bir de Engizisyon, Haçlı Seferleri, Yahudi düşmanlığı ve kırımı (Holacaust) gibi bir karanlık yüzü var.
Bunlara ek olarak bizim pek üzerinde durmadığımız “30 Yıl Savaşı” var; hani 1618-1648 arasında Avrupa’yı kana bulayan çok-taraflı mezhep savaşı! İşte bugün İslam dünyası o 30 Yıl Savaşı’nı yaşıyor. 30 Yıl Savaşı’nda Avrupa o kadar kendini harap etmiştir ki düzelmesi için Hıristiyan devletler, kurtuluşu sekülerleşmede bulmuşlardır. Dini siyasetten soyutlayıp, inancı kültür alanına taşımışlardır. Aynı şekilde siyaseti, dinin etkisinden uzaklaştırıp onu dünyayı düzenleyecek insan iradesine tabi kılmışlardır. Bu, dünyayı (günlük hayatı) ‘ilahi irade’ye değil, uzlaşmaya dayalı beşeri iradeye tabi kılma gayretidir. Cumhuriyetin de demokrasinin de çıkış noktası bu anlayıştır. İslam dünyasının da bu noktaya gelmeye ihtiyacı vardır. Ancak bunu kendi yolu, yöntemi ve iradesiyle başarabilmeli ki aradığı huzuru ve istikrarı bulabilsin.
Şiddet ve inanç ilişkisini incelerken öncelikle yanıtlanması gereken soru şu: Nasıl oluyor da insan, merhamet ve şefkat dururken öfke, nefret ve şiddeti seçiyor? Her üç tek- tanrılı din de vahye dayanır; ilahi hükmün sonucu olarak geldiklerine inanılır ve her biri bu ilahi iradeye uyulmasını talep eder. Tümü, uymayanların ve o dinden olmayanların itirazlarının cezalandırılması eğilimini içinde taşır. Telkin, farklılıklara hoşgörü ve birlikte yaşama tercihi seçilirse farklı bir kültür; hoşgörüsüzlük ve cezalandırma eğilimi seçilirse bambaşka bir kültür doğar. İkincisi, toplulukları Engizisyon veya recm kültürüne götürür, götürmüştür de.
İnancın doğasında kuşku duymamak, öğrenilen, öğretilen şeylere inanmak ve benimsemek vardır. Bu teslim oluş, din veya Tanrı adına dünyevi otoritenin, insanlardan kendisi için kurban olmayı istemesine veya başkasının canını almasına kadar varabilir.
Söz konusu öğreti, tek hakikat kaynağı olarak sunulduğunda teslimiyet talep eden mantığına uygun bir kültür yaratır ve toplu davranışı etkiler. İşte o zaman topluma şiddet, intikam ve nefret hâkim olur. Çünkü teslim olmak talebi/fiili, söz konusu kaynağın dışında bilgi edinmek, sorgulama, muhakeme, doğrulama, sınama, yeniden yorumlama yollarının önünü keser.
Şöyle çarpıcı bir önerme duymuşuzdur: “İçtihadın kapıları kapandı”! Bu ne demek bu biliyor musunuz? Düşünemezsin, muhakeme yürütemezsin, yeni bir şey söyleyemezsin; ne biliyorsan onunla kal! Ezberini tekrarla! İslam dünyasında bu akıl tutulması yüzyıllarca yaşandı. Bu anlayış bir biçimde hâlâ sürüyor. Böyle olduğu için de dünyadaki gelişmeleri bir sapma olarak gören, donmuş bir zihniyetle karşı karşıya kalıyoruz. Bu ortamda insanlar telkine, bireysel öğretilere, yeni uygulamalara, aykırı yorumlara karşı kuşkulu ve karşıt hale getiriliyor; bunlar ‘tekfir’dir deniyor. Dogmalardan oluşan yapay bir dünyaya hapsolan insan için doğrunun, hakikatin, mahiyeti değişiyor. Dinsel olduğu iddia edilen her şey, gerçeğin yerini alıyor. Yani, bir paralel gerçeklik evreni oluşuyor. İşte bu süreç, radikalleşmeyi hazırlıyor. İstediklerine kavuşamayan, adalete ulaşamayan, kötü yönetildiğine inanan insanlar, ilahi adalet adına var olana başkaldırıyor.
Bu konuda iki Türkiyeli IŞİD geliniyle yapılan bir röportaj (https://www.haberler.com/isid-den-kacan-gelinler-yasadiklarini-anlatti-7932912-haberi/) ve video kaydı https://www.youtube.com/watch?v=QOVZMZuU_yk) çok öğretici. Bir tanesi diyor ki, “Benim 4 çocuğum vardı, internet üzerinden birisiyle tanıştım, Bursa’daki hayatımdan ve kocamdan memnun değildim, depresyon ilacı alıyordum…” İstanbul’da buluşuyorlar ve IŞİD’e katılmaya karar veriyorlar. IŞİD çevreleri diyor ki, “Mutlaka evleneceksiniz; öyle tek başına özgür kadın olmaz”. Evleniyorlar, daha sonra Antep üzerinden Suriye’ye geçiyorlar. Orada yaşadıkları hayalleriyle uyuşmuyor, pişman oluyorlar ve birkaç kaçma teşebbüsünde bulunuyorlar. Yakalanınca IŞİD’liler, “Sizi öldüreceğiz” diyorlar ama bir şekilde kurtuluyorlar.
Bu IŞİD gelinlerinin anlattıklarından, radikalleştikleri sürecin anatomisi ortaya çıkıyor:
1- Yaşadıkları ortamın beklentilerini karşılamaması; buna içinde bulundukları grubun kolektif kimliğine ait olma duygusunun kaybı da eklenmelidir.
2- Yakın çevrelerine yabancılaşmadan kaynaklanan değişiklik isteğinin kendilerinde uyandırdığı duyarlılık.
3- Duyarlılık halinin onları telkin ve etkilenmeye açık hale getirmesi.
4- Bu vasatta kendilerine sunulan yeni bir yaşam tarzı veya dünya görüşünü benimseme: Endoktrinizasyon. 5- Endoktrinizasyon sürecinin, onlar üzerinde yarattığı dönüşüm (tansformasyon): Radikalleşme. 6- Radikalleşen bireylerin bir araya gelip radikal bir etkileşim ağı (radical network) meydana getirmeleri. 7- Radikalleşmenin son aşaması olan eylemlilik hali: Militanlık.
Radikal etkileşim ağına katılan bireyler doğrudan eyleme katılabilir veya yardımcı olabilirler. Bu, kişinin değil, network’un tercihine, ona biçtiği role bağlıdır. Çünkü son aşamada bireyin kişiliği, grup iradesi içinde erir ve özerkliğini yitirir. Bağlanılan ideoloji, inançlaşır; inanç, harekete geçirici siyasal bir ideolojiye dönüşür.
Örneğin, beyaz ırkın üstünlüğü ırkçı bir ideolojidir ama bu uğurda can alıp verildiği zaman o bir tür dini inanış halini alır. Radikal İslami akımlarda ‘Batı düşmanlığı’ öylesine nefretle yüklüdür ki cihatçılık bir dini hedef haline gelmiştir. Bu aşamada din artık radikalleşme sorununun manevi bir parçasıdır.
Radikal gruplar, başkalarına yasakladıkları yorum işlevini üzerlerine alarak Kutsal Kitap’tan, gelenek ve hadislere kadar her şeyi yorumlama iddiasında bulunurlar. Bu yorumlardan adalet, barış ve hoşgörü çıkarılabilecekken çoğunlukla şiddet, intikam ve nefret üretirler. Bu farkı tayin eden, “radical network”teki yorumculardır. Bunların bir kısmı din adamı, bir kısmı eylemin içinden yükselen karizmatik liderlerdir.
Farklılaşmanın başlangıç (buna kırılmanın da diyebiliriz) noktası, adalet arayışı için seçilen açıklamalar ve uygulanan yöntemdir. Adalet arayışının şiddetle sağlanması kararı veya seçimi, bir çok benzerleri gibi El Kaide ve Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi örgütlerin doğumuna yol açmıştır.
*BU KONUYA DEVAM EDECEĞİM…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”