Aslıhan Gençay (@asligencay)
Evet arkadaşlar, yine buradayız, sözüm söz. Üçüncü bölüme geldik. Bu bölüm aslında geçen hafta yayınlanacaktı, lakin benim iş yoğunluğum yüzünden gecikti, geç olsun güç olmasın diyorum.
Tarsus Cezaevi yazımın üzerine
Bir önceki yazımda Tarsus Cezaevi’nde nasıl işkence gördüğümü ve sorumluların nasıl hiç ceza almadığını anlatmıştım sizlere, ama eksik bıraktığım birkaç nokta olmuş ve onları eklemeden içim rahat etmez.
Tarsus Kadın Kapalı Cezaevi müdürü, hani bana işkence yapan ve yaptıran kişi; geçen yazımda anlattığım 15 günlük süreç boyunca bana birkaç kez; “Seni elimden ne Cumhurbaşkanı, ne Adalet Bakanı, ne de insan hakları şeysi avukatların alabilir.” demişti. Ona “Ne kadar rahat konuşuyor, ne kadar rahat hukuksuz davranabiliyorsunuz.” cevabını verinceyse üzerine basa basa; “Benim arkamda Cumhurbaşkanı danışmanı Fahrettin Altun var, bana hiçbir şey olmaz.” deyivermişti. Ha dediği doğru mu, yalan mı bilemem, tek bildiğim bunları söylediği ve ona gerçekten bir şey olmadığıdır.
Ayrıca beni kapattıkları hücredeyken, bir gece yumuşak odaya bir kadın mahkûmun ters kelepçeli olarak getirilmesine, orada dövülmesine, kadının feryatlarına da şahit olmuş, hücremin camından bağırarak müdahale etmiştim. Öğrendiğime göre bu kadıncağız depresyona girip intihar girişiminde bulunmuş ve hastane yerine yumuşak odaya getirilerek dayak yemişti ki o sıralar Tarsus Cezaevi intiharlarıyla da ünlüydü.
Bunları geçersek güzel gelişme ise yazımın ardından çok fazla geri dönüş almam oldu. Önce Tarsus Kadın Kapalı Cezaevi’nde tecritteyken yan hücreme getirilen kızlar bana ulaştı, “Bizi hatırladın mı?” dediler, unutur muyum hiç, tabii ki hatırladım. Sonra Mersin Tabip Odası Genel Sekreteri ve İnsan Hakları Kurulu üyesi Doktor Cemil Galiğlu aradı. Cemil Bey; neler yapabileceklerini sordu ve konuyla ilgilendi, hatta benim 27 Temmuz 2018 tarihinde kendilerine yazdığım başvuru dilekçesini de buldu. O dönem Mersin İHD ile benim için yazıştıklarını anlattı. Mersin İHD, dilekçem üzerine Adalet Bakanlığıyla yazışıp suç duyurusunda bulunmuştu ve fakat sonuç yine aynıydı: Takipsizlik. Zira iddialar sade vatandaştan devlet görevlisine yöneltilince “yersiz ve soyut” oluyor, devlet görevlilerinden sade vatandaşaysa anında “yerli ve somut” görülüyordu. Şaşırmadım. Yaşadıklarımın üzerinden zaman geçtiği için yapacak fazla bir şey de yoktu, fakat Mersin Tabip Odası’nın düzenli olarak Tarsus Cezaevi’ne heyet gönderdiğini öğrendim, gerek hastanelerdeki kelepçeli muayene, gerekse yeni gündeme giren hastane gidişlerinde ağız araması uygulamalarından dolayı mahkûmların tedavilerinin engellenmemesi için önemliydi bu ziyaretler. Buradan kendisine teşekkür ederim ilgisi için.
Sincan Cezaevi sanki iyisi
Unutmadan, arkadaşlar ben 2016-2017 yıllarında Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde de kaldım. Hani burada yazmıyorum diye sevinmesinler, orası da gayet sorunlu bir kurumdu. Mesela; darbe girişimi günü koridorları vb boşaltıp nasıl sıvıştıklarını, OHAL’i bahane ederek arama adı altında koğuşları nasıl talan edip, kitaplardan plastik küçük kaplara kadar toplayıp götürdüklerini, akla gelebilecek her şeyi yasakladıklarını, çizip koğuştaki panoya astığım masum bir karikatürü aramada nasıl yırtıp aldıklarını ve bana kınama cezası verdiklerini, cezaevine ayak bastığım günden Tarsus’a sürgün ettikleri güne kadar biat etmediğim için bıkıp usanmadan benimle uğraşan erkek ikinci müdürü –sanırım kendisi de sonra sürgün edildi- tabii ki unutmadım ve unutmayacağım, bilinsin.
Ve Sivas Açık Cezaevi’ne dair ayrı bir yazı yazmamamın tek nedeni; Nisan 2021’de çıktığımdan bu yana birçok yazı ve röportajla orada yaşadıklarımın yayınlanmasıdır. Birçok okur biliyor; tahliye olmam gerekirken gecenin bir yarısı izbe bir konteynırda, kuytuda on-on beş gardiyan tarafından nasıl kıstırıldığımı, çırılçıplak soyunup, o vaziyette üç defa oturup kalkmayı kabul etmediğim, insanlık onuruna aykırı bulduğum için hakkımda disiplin soruşturması açıldığını, 3 gün hücre cezası aldığımı ve ceza onaylanana dek -1 ay kadar- Sivas Açık’ta mahsur kalıp, onaylanır onaylanmaz 6 ay daha yatmak için kapalı cezaevine gönderildiğimi… En azından merak edenler, internetten konuyla ilgili ayrıntılara ulaşabilir.
Şeref ve namus kimde bulunur?
İşte bugünkü yazının esas hikâyesi tam da burada başlıyor, 2020’de tahliye olacakken bana verilen 3 gün hücre cezasıyla. Belirtmeliyim; bu cezaya itiraz ettiğim için SEGBİS aracılığıyla çıktığım Sivas İnfaz Hâkimliğindeki duruşmada hâkim bizzat avukatıma; “Avukat Bey, burada sizin müvekkiliniz yargılanıyor, memurlar değil. Hem çıplak arama mevzuatta var, memurlar görevini yapmış. Sözlü olarak ‘Yaptırmıyorum’ demek direnmeye girer.” demişti. Bunun üzerine kadın memurlar da açık seçik nasıl çıplak arama yapmak istediklerini ve benim kabul etmediğimi anlatmışlardı, yani Bakanlığın kabul etmediğini, hâkim gayet doğal görmekteydi.
Bu mahkeme bana bir gerçeği daha hatırlattı, nasıl mı? Adli bir kadın mahkûmu şahidim olarak göstermiştim ve hem o, hem de bana çıplak arama yapmak isteyen kadın memurlar, konuşmadan önce ayağa kalkarak doğruyu söyleyeceklerine, “Şerefleri ve namusları üzerine” yemin ettiler. Sonra mahkeme başladı, fakat o da ne, kadın memurlar benim çıplak aramayı değil ‘normal’ aramayı kabul etmediğimi söylemekteydi. Benim şahidim olan ve o güne kadar hiç tanımadığım kadın mahkûm ise her şeyi olduğu gibi, ne eksik, ne fazla anlattı. Tabii hâkimin çıplak aramayı yasal bulması üzerine, kadın memurlar da çıplak arama yapmak istediklerini kabul ettiler.
Bu duruşmadaki tablo bana açıkça gösterdi ki; şerefle namusun kimde olacağını asla bilemezsiniz. Bir tarafta belki yanlış bulup kınayacağınız bir suçtan hüküm almış bir kadın, diğer tarafta ”saygın ve düzgün” hayatları ve görünümleri olan memurlar. Eee ne yapacağız şimdi? Canım Schopenhaurer bahsederdi yazılarında; etrafımızda cinai duygularla dolaşan, fakat cezadan korktuğu için bunları uygulayamayan birçok insan var. Diğer tarafta da kabul edilemez bir cinayet işlemiş, bundan ölümüne pişman olup kendini sorgulamış Kabil… Hangisi daha makbul? Schopenhaurer ikincisi diyordu. Ben de aynen onun gibi düşünüyorum. Tam burada altını çizerek belirteyim: Arkadaşlar düşünün, ben burada hem kafasından geçen, hem yapan, hem de yaptıklarından dolayı hiçbir ceza almayanlardan bahsediyorum, bahsedeceğim. Peki, bunlara ne demeli?
Sivas Kapalı’da zorla çıplak arama
Felsefeyi bırakıp esas konuya dönüyorum, evet 1 ay kadar Sivas Açık Cezaevi’nde kalıp, üç günlük hücre cezam Ağır Ceza Mahkemesi tarafından onaylandıktan sonra, bir gün aniden tek başıma kaldığım odaya gelip Sivas Kapalı’ya götürüleceğimi söyledi kadın memurlar. Zaten bekliyordum, “Bakalım kahramanımızın başına şimdi neler gelecek?” düşüncesiyle küçük araca bindim, önce Hafik’teki sağlık ocağında PCR testim yapıldı, ardından da Sivas Kapalı Cezaevi’ne geldik. Bu cezaevi alışılmışın dışında şehrin içindeydi ve burada fazla kalacağımı düşünmüyordum. 6 ay daha yatmam gerekiyordu ve muhtemelen yüksek güvenlikli bir cezaevine götürülecektim. Eşyalarım ve ben x ray cihazından geçirildik, sıra geldi üst aramasına. Arama odasının önünde üç kadın memur beni bekliyordu, “Neden üç?” diye fazla düşünmeme gerek kalmadı, anlamıştım, “Hoş geldin partisi” hazırlığıydı bunlar, ah ne kadar nazikler, bir kırmızı halı eksikti!
Küçük odaya girdikten sonra beklenen ses duyuldu “Soyun!”. “Tabii ki soyunmayacağım, beni buraya çıplak aramayı kabul etmediğim için getirdiler, şimdi siz mi yapacaksınız?” cevabım üzerine bağırış çağırış başladı. “Bak bir ceza da buradan alırsın, sürekli 6 ay ceza alıp cezaevinden hiç çıkamazsın, güzellikle soyun…” vb vb “Yönetmeliğe göre kurum üst düzey amiri, müdür nerede?” dedim, ama yoktu ve ikinci müdür geldi. Odadan çıktık, kısa bir görüşme, sonuç: “Aramak zorundalar.” Hırsla zor kararı çıkartmaya kara verdiler ve bir erkek baş memurun yetkili olarak imzasıyla tutanak tutuldu, zorla çıplak arama yapacaklardı!
Bakın “normalde” birine saldırıp onu zorla soyacak olan insanlar, bu kadar şevkli ve istekli olamaz, bu iş bu kadar severek yapılamaz. Oysa ben kadınların yüzündeki ifadeden ve gayretkeşlik içinde koşturmalarından, “sevgiyle” ifa edecekleri saldırı görevini iple çektiklerini anladım. Artık her şey olacağına varacaktı ve yapacak bir şey yoktu. Bürokratik işlemler bitsin de saldırsınlar diye beklemeye başladım. Birden tulumlar içinde bir adam çıkageldi, meğer revir görevlisiymiş. Ben zorla aranırken odanın kapısında duracakmış, astım hastası olduğum için nefesim falan kesilir, ölecek gibi olursam beni kurtaracakmış. Ah ne lütuf, ne incelik.
Neyse her şey tamamlandı, imzalar atıldı, “cankurtaranım” kapıda yerini aldı ve tekrar odaya sokuldum. Beklenen hengâme başlayıverdi; kadın memurlardan biri büyük bir hınçla -hayatında ilk defa gördüğü birine bu nasıl bir hınçsa artık, belki de Açık’taki meslektaşlarıyla bir miktar kaynatmışlardı hakkımda- arkadan kollarıma sarıldı. Diğer ikisi kıyafetlerimi çıkarmaya çalıştılar, ben yere oturmuş hiçbir koşulda soyunmayacağımı söylerken onlar zorla soyuyorlardı.
Zorla soymak ne demek ya? Böyle bir görev tanımı mı var, böyle bir ahlak ve terbiye mi var, böyle bir kültür mü var? Sizde varsa bende yok, haberiniz olsun! E üçe karşı bir, elim kolum arkadan kıstırılmış, tabii ki hedeflerine ulaştılar. Bitti mi? Hayır, bitmedi, çıplak olarak üç kere oturup kalkmak da yazıyor ya yönetmelikte, onu da yapacaklar! İki kadın kollarıma girdi ve yerden asla kalkmayan beni üç kere kaldırıp indirdiler, böylelikle ulvi görevleri tamamlandı. Bu arada ben ne yapıyordum; “Sizi gördükçe kadınlığımdan utanıyorum, siz kadınsanız ben değilim, utanmanız yok…” diyordum, yani bu muameleye maruz kalmış onurlu bir insan evladı nasıl sinirlenir, öfkelenir, delirir ve haykırırsa, bende de öyle oldum. Büyük bir rezaletti yaptıkları ama hiç utanmıyorlar, aksine beni suçluyorlardı.
Açıkça söylüyorum; çıplak aramayı kabul etmememin nedeni utanmam değildir, nihayetinde benim bedenim, benim kararım. Lakin bu uygulama, mahkûmu ezmek, henüz cezaevi girişinde aşağılamak, onurunu, gururunu kırmak için yapıldığından ve hiçbir mantıklı gereği, gerekçesi olmadığından karşı çıkıyordum, çıkıyorum.
Sivas Kapalı’nın ‘köpek kulübesi’
Kadının kadına yaptığı “Hoş geldin” eziyeti bitmişti ama benim sinirim geçmemişti, odadan çıktık eşyalarımın bir kısmını aldım, kalacağım bölüme getirildim. Bölüm dediysem yanlış anlaşılmasın; ikiye iki, tuvaletin hemen yanında iki duvara sıfırlanmış bir yatağın bulunduğu, bir adımda biten, iki adımın asla atılamayacağı köpek kulübesi gibi bir hücreydi burası ve sanırım üzerinde “Gözlem 1” yazıyordu. Hücreye girmemle çıkmam bir oldu, “Hayır, ben burada kalamam, astım hastasıyım ve burada nefes alacak yer yok.” Gerçekten yoktu, tuvaletin hemen üzerindeki tel örgülü camı saymazsak. “Başka yer yok, hücre cezan var.” vb gibi diyaloglardan sonra mecburen bu kulübeye girdim. Rezalet devam ediyordu.
Tabii cezalı olduğumdan aile görüşü yasak, telefon görüşü yasak, tek başınayım, dış dünyadan izole edilmiş ve bu barbarların eline bırakılmışım, tablo buydu. Kulübede ilk yaptığım tuvaletin üzerindeki cama gitmek oldu, bu pencere bir havalandırmaya bakıyordu, koğuş havalandırması. Koğuşta ise adli kadın mahkûmlar kalmaktaydı, hemen duydular bir “komşunun” geldiğini, sırayla çıkıp bana bakmaya, sorular sormaya başladılar. Neyse ki konuşacak insanlar var derken, birden havalandırmanın kapısı açıldı ve beni zorla arayan memurlar kızlara bağırıp çağırmaya başladı: “Onunla konuşmayacaksınız, iletişim kurmayacaksınız!”. Kızlar “he, he” dediler ama elbette öyle yapmadılar, çünkü her ne suçtan gelmiş olurlarsa olsunlar bu kadınlar kader ortaklığını ve dayanışmayı biliyorlardı. Sonraki dört gün, memurların terör estirmediği zamanlarda, onlarla konuşarak ve kitap okuyarak geçti. Tam burada kendimi deşifre ediyorum; pencereyle duvarın birleştiği bölümden bir alçı parçasını kaşıkla kaldırdım ve o küçücük delikten yeni kadın arkadaşlarımla ben, dünyaları sığdırdık, iyi de yaptık.
Günde bir saat, boş bir koğuşun havalandırmasına çıkartıp yürütüyorlardı beni. Hücre cezam üç gündü ve fakat ben o kulübede dört gün kaldım. Bu arada kurum müdürüyle görüşmüştüm ve bana; beni koyacakları koğuş olmadığından sevk edeceklerini, yeni yasaya göre -siyasilere acık cezaevine götürülmeden, direkt bir sene denetimli serbestlik veriliyordu- hiç Sivas Açık’a götürülmeden direkt Kayseri Kadın Kapalı Cezaevi’nden bırakılsaydım, bunların yaşanmayacağını, kendisinin de üzüldüğünü söylemişti. Zaten 6 ay boyunca kulübede kalamayacağıma göre ben de sevkimi istiyordum, elbette ki İstanbul’a. Fakat lanet sürmekteydi.
Kadın dayanışması
Sevkimi beklerken hücre cezam bitmişti ve kurum müdürünün talimatıyla üst kattaki genişçe bir koğuşa tek başıma konulmuştum. Bu koğuşun penceresi de aynı havalandırmaya bakıyordu ve yeni arkadaşlarımla konuşmaya devam ediyorduk. Bu cezaevi, aslında bir erkek cezaeviydi ve birkaç kadın koğuşu bulunmaktaydı, bu yüzden kurum kantini de erkeklere göreydi, kadınların gereksinim duyacağı çoğu ürün satılmıyordu.
Düşünün, kadınlar kadın pedi istiyor ve kantinde yok! E ne yapacağız? Kavga dövüş, tartışma, sonunda bir memur gelip sipariş alıyor ve dışarıdan temin edip bize dağıtıyordu.
Bu arada sevgili “dostum” Jean Christophe Grange’ın okumadığım tüm kitaplarını, cezaevi kütüphane listesinde bulup istemiştim ve yanıma teşrif etmişti. Beklerken cinayetten cinayete koşacaktım. Kantinde televizyon, semaver ve ketıl da olmadığından, dış dünyayla tek bağım yan koğuştaki kadınlardı. Bir gün bana gazete gönderirken yakalandılar, meğer memurlar ipe bağlanmış gazeteyi, ben yukarı çekerken görmüş. Bana hiçbir şey denmedi, lakin onları koğuşlarına gidip ”kim yaptı, söylesin!” diye zorladılar. Kızların hiçbiri konuşmadı, inanabiliyor musunuz, tam bir omerta! Sonrasında sağ görüşlü, organize suç örgütü liderliğinden hüküm almış bir kadın üstlendi olayı, neyse ki ona bir şey olmadı ve hiç de yılmadı, yine göndermeye devam etti.
Nasıl Covid oldum?
Bu arada İstanbul cezaevlerinin dolu olması nedeniyle tekrar Kayseri Kadın Kapalı’ya gönderileceğimi, kurum müdüründen öğrenmiştim. Bir kez daha PCR testim yapıldı, test soncundan sonra Kayseri yollarına düşecektim. Aynı günün gecesi koğuş kapısı birden açıldı ve tulumlu memurlar içeri daldı “Aslıhan Gençay! PCR testin pozitif çıktı, acile gidiyorsun!” Bu, böyle mi söylenir Allah aşkına! Neye uğradığımı şaşırdım ve verdikleri tulumu giyerek kapının önündeki ambulansa bindim. Hastanedeki tetkiklerden sonra süreci, cezaevindeki koğuşta geçirmeme karar verildi ve cezaevine geri döndük. Fakat ben nasıl Covid olmuştum, zira geldiğimde PCR testim negatifti. Küçük bir araştırmadan sonra, dört gün kaldığım Gözlem 1’de benden önce kalan adli kadın mahkûmun Covid olduğunu, onun yukarıya çıkarılmasından hemen sonra benim aynı hücreye alındığımı öğrendim. Aynı mahkûm o sırada bulunduğum koğuşta da kalmış ve hamile olduğu için tahliye edilmişti. Ben yine onun ardından yerleştirilmiş ve dezenfekte edilmeyen hücre ya da koğuşta Covid kapmıştım.
Sevk, 15 günlük karantina boyunca bekleyecekti. Şimdi de Sivas Kapalı’da mahsur kalmıştım. Bir süre sonra Covid belirtileri kendini göstermeye başladı; nefes darlığı, hâlsizlik, ateş vb. Yattığım bölümden koğuş kapısına giden uzunca koridoru geçmek, bana ölüm gibi geliyordu. Her sabah mazgalı açıp ilaç verdiklerinden, o yolu neredeyse sürünerek kat ediyordum. Artık televizyon ve semaver zorunluydu, cezaevinde Covid kaptığım da netleşince nefes almakta zorlanarak oturdum ve aklınıza gelebilecek her kuruma yaşadıklarımı anlatan dilekçeleri yazmaya koyuldum. İdareden de televizyon ve semaver istiyordum çünkü kantinde satılmıyordu. Nihayetinde kurum müdürü bana küçük bir televizyonla semaver temin etti. Böylece koğuşa medeniyet gelmişti.
Hiç unutmuyorum, televizyonu ilk açtığımda akşam haberleri, mecliste Adalet Bakanlığının bütçesi görüşülürken kavga çıktığını veriyordu. Görüntüleri izledim ama detaylara hâkim olamadım. Sonradan öğrendim ki; meğer milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu benim yaşadığım eziyeti meclis gündemine taşımış ve çıplak aramayla ilgili Adalet Bakanına soru soruyor. Çıplak arama gerçeği kabul edilmediği için de tartışma başlıyor…
Ömer Faruk Gergerlioğlu
Bu arada farklı cezaevlerinden bana mektup gönderenler olduğunu öğrendim çünkü mazgaldan bir kâğıt veriliyor ve disiplin kurulunun, bana gelen bir mektubun “devlet görevlilerine tehdit” içerdiği için verilmemesine karar verdiği iletiliyordu. Okuyamadığım mektuplar, göremediğim ailem, konuşamadığım telefonlar. Bu sefer de tüm iletişimim Covid nedeniyle kesilmiş, yasaklanmıştı. Tam anlamıyla tecritteydim, yan koğuştaki kızlarla yaptığım ufak sohbetler hariç.
Bir de gardiyan zulmü
Üstüne üstlük her vardiya değişiminde, yeni gelen memurlar sabahın köründe koğuşa dalıp bana bakıyorlardı, sanki sirk maymunuyum! Aralarında çok iyi niyetli olanlar da bulunmasına, hatta birinin anaç bir tavırla benden sürekli “çocuk” diye bahsetmesine rağmen, ekseriyetle önyargılı kadınlardı. Hele bir tanesi, bir sabah mazgalı açıp ilaçları verirken; “Al şunu!” diye bağırmıştı. Evet, sabahın körüydü, hasta ve öfkeliydim. O koridoru yalpalayarak geçtim ve hak ettiği cevabı bağırarak verdim, zira hayatta hep şuna inandım: kim olursa olsun, sana nasıl yaklaşılırsa sen de aynı tavrı göster, saygıya saygı, tepkiye tepki.
Bu kadın bana böyle davranamaz, bu üslubu kullanamazdı. Sesimden yan koğuştaki kızlar uyandı ve kadın büyük bir hışımla koşarcasına gitti, sanırım müdürün yanına. Aynı gün ayın kadın, yan koğuştaki kızları görüşe çıkarırken benzer bir üslup kullandığı için kızların ona “Bizimle böyle konuşamazsın, hakkın yok.” dediklerini duydum, itiraf ediyorum: Pis pis sırıttım. Akşamüstü tekrar mazgala gelen bu kadın bana, ”Benim aslında konuşma tarzım bu, yoksa kötü bir niyetim yoktu.” demesin mi? Tesettürlü bir kadındı, ona baktım ve düşündüm. Bilin arkadaşlar, benim kimsenin dini, dili ırkı, yaşam tarzıyla ilgili bir sonunum yok. Sivas Açık ve Sivas Kapalı cezaevlerinde geçen zamanlarımda da gördüm ki; adli, siyasi, sağcı, solcu, kim olduğu hiç fark etmez, doğru düzgün bir diyalog kurma imkânı olduğunda, hepsiyle anlaşıp dayanışabilirim. Bu kadına da; ortamda ikimizden başka kimsenin, şahitlerin olmadığını, bir kameranın da bulunmadığını, lakin onun inancına göre, yaptığı kötü muameleyi bir görenin olabileceğini söyledim. Hiçbir şey demedi, fakat sonra bana bitki çayı göndermesinden dediklerimi anladığına inandım.
Sabah akşam ilaç alıyor, Grange’la yarenlik ediyor, kızlarla konuşuyordum. 15 yıl ceza alan bir kadın mahkûm için istinafa dilekçe dahi yazmıştım, yani orada da müvekkil bulmuştum. Yeni arkadaşlarımla adres, telefon değiş tokuşu da yapmıştık ve bu şekilde karantinanın sonuna geldik. Bu defa çift PCR testi yapıldı ve ikisi de negatif çıktı. Korkunç günlerimin geçtiği koğuştan sevk için çıktığım sabah, önce müdürün odasına götürüldüm, meğer yazdığım dilekçelerden dolayı memurlara soruşturma açılmış, ifade verecekmişim. Nasıl olsa bir şey çıkmayacaktı ama onu da verdik ve gittiğime hiç üzülmeden, ardımda kalan kadın arkadaşlarıma da Boris Vian’ın bir kitabını hediye ederek Sivas’tan ayrıldım.
Ancak Kayseri Kadın Kapalı Cezaevi’ne döndükten sonra, çıplak aramayla ilgili kampanya başlatıldığını, kadın erkek birçok mahkûmun yaşadıklarını anlattığını, ama Bakanlığın görmezden geldiğini öğrendim. Burada Ömer Faruk Gergerlioğlu’na, hakkını vererek yaptığı milletvekilliği, cesareti ve zor zamanlarımda yanımda olduğu için teşekkür ederim. Hiç unutmayacağım biri de, Sivas Açık Cezaevi’nden telefonla arayıp, sesini duyduğumda umutlandığım, dosta güven düşmana korku veren canım arkadaşım Eren Keskin’dir, değeri bilinmesi gereken mücadeleci insanlardandır, nasıl güzel bir kadındır.
Eren Keskin
Gelsin yeni bir yargısız ceza
Kayseri’ye varıp eski arkadaşlarım, kızlarımla aynı koğuşta buluşmuştuk tabii ama çile bitti sanmayın, hayır daha çekeceğim vardı. Sivas Açık Cezaevi idaresi, çıplak aramayı kabul etmediğim için verdikleri üç gün hücre cezası ve bu nedenle yatacağım 6 ayı yeterli görmemiş olacak ki, beni bir de asliye mahkemesinde yargılatacaktı: Görevli memura görevini yaptırmamak için direnmek ve zincirleme tehditle suçlanıyordum. Tehdit de neydi biliyor musunuz: “Sizi Adalet Bakanlığına şikâyet edeceğim.” demem. Güler misin, ağlar mısın!
SEGBİS’le duruşmaya katıldım, avukatım da Adana’dan bağlanacaktı. Aynı zamanda Sivas Açık’tan seçilmiş iki kadın memur, kendi kurumlarındaki SEGBİS kamerasının önündeydiler. Beni biraz erken çıkardılar sanırım, kamera önünde mahkemeyi bekliyordum, ekranda Sivas Açık’taki memurlar görünüyor, konuşmaları duyuluyordu. Birbirleriyle “Sen şunu de, ben de bunu diyeyim” şeklinde planlar yapıyorlar ve ben bunları dinliyordum, onlarınsa sanırım bundan haberleri yoktu.
Bir süre bu saçmalığa maruz kaldıktan sonra ekranda mahkeme salonu görüldü, savcı ve hâkim yerlerini aldılar, bu sefer avukatımın bağlanmasını beklemeye başladık. Bu sırada hâkim savcıya dönerek; ”Zaten mahkemeye gerek yok, Sivas Açık Cezaevi’nden iki tanık dinleyeceğiz; bitecek.” demez mi? Meğer hakkımda karar çoktan verilmiş, tek tarafı dinlemek yeterli görülmüş, mahkemeye gerek yokmuş, tanık dinlenecekmiş, o kadarmış!
İşte ben bunların hepsini, arkamdan çevrilen işleri, yargısız verilen hükümleri görüyor ve duyuyordum. Sonra avukatım bağlandı ve önceden kararı verilmiş olan mahkeme başladı. Hâkim hiçbir şey yokmuş gibi benden savunma istedi. Tiyatro oynar gibi replikler okundu ve önceden verilmiş karar açıklandı: 6 ay 7 gün ceza aldım! Bu ceza şu an Kayseri Bölge Mahkemesi’nde (istinaf) bekliyor, onaylanacak veya onaylanmayacak, birlikte göreceğiz.
Yönetmelik değişikliği
Biz bunu beklerken geçen hafta resmî gazetede bir karar yayınlandı ve cezaevlerinde uygulanan mevzuattan çıplak arama bölümü çıkarıldı, yerine detaylı arama getirildi. “Başka hiçbir yöntem uygulanamazsa yapılır” gibi ibareler eklendi ki hemen hemen her cezaevinde x ray cihazı mevcut, hatırlatırım. Ayrıca hem arananın, hem arayanın arama sonrası imzalayacağı bir tutanaktan da bahsediliyordu. En azından insanlık onuruna aykırı bir aramaya maruz kalındığında mahkûmlar, bunu tutanağa yazabileceklerdi, zira öncesinde tutanakları sadece memurlar hazırlıyor ve istedikleri ibareleri ekliyorlardı. Altını çizerek söylüyorum; eğer “detaylı arama” ibaresi, kötü niyetle uygulanırsa yine hiçbir şey değişmeyecektir. Lakin şunu da biliyorum; yönetmelikte yapılan bu değişiklik, ödenen bedellerin ve verilen mücadelenin az da olsa bir sonucudur.
Şimdi gelelim sorularıma: Sayın Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakını Abdülhamid Bey; ben gerek Sincan, gerek Tarsus, gerek Sivas Açık ve gerekse Sivas Kapalı cezaevlerinde yaşadığım her haksızlığı, hukuksuzluğu, kötü muamele ve işkenceyi sizlere defalarca ayrıntılarıyla yazdım. Ama nedense hep yaptıkları, yapanların yanına kâr kaldı. Siz belki önemsemediniz ama ben hiç unutmayacağım.
Tabii insan merak ediyor, acaba yapılmak istenen neydi? Belki de ”Biz şunu öyle bir ezelim, onursuz muameleleri kabul ettirelim ki, dışarı çıktığında hiçbir şeye itiraz edemesin, yazamasın, konuşamasın, anca inzivaya çekilip sussun, otursun.” diye düşünülüyordu, ama bakın öyle olmadı.
Peki, niye bana sistematik olarak ceza içinde ceza çektirildi? Soruyorum; madem 5 yıl yatacaktım, hem de 90’larda DGM’lerce, mahkemeye bile çıkartılmadan, savunma hakkım kullandırılmadan verilmiş astronomik bir cezanın kalanıydı bu, neden yanına bonus olarak kötü muamele ve işkence eklendi? Eğer bu yaşananlar sizinle ilgili değilse neden sorumlular cezalandırılmadı? İsteğim; tüm sorumluların, şu son 5 yıl boyunca “kızımı öldürecekler” diye ağlayan annemin gözünden dökülen yaşlar kadar ceza almalarıdır. Ve mümkünse sorularıma cevap talep ediyorum.
Son olarak arkadaşlar, eziyet içinde geçen şu son 5 yılımda adını anamadığım ama yanımda olan herkese çokça teşekkürler. Beni tanımasına rağmen -illa tanıması mı gerekir?- ya da tanımadan hiç yanımda olmayan, Ahmet Kaya’nın deyimiyle “benden bir merhabasını esirgeyen”, lakin mevzu insan hakları, hak hukuk, mücadele vb. olunca büyük büyük laflarla söylevler çekenler hiç kaygılanmasın, onlara söyleyecek bir sözüm yok, kendi vicdanlarıyla baş başa bırakmaktan başka.
Not: Cezaevi notlarının sonuna geldik, lakin bir dördüncü yazıyla da bizzat yaşayıp gözlemlediğim cezaevi koşulları ve yaşanan sorunlara dair talep ve önerilerimi bu mecradan Adalet Bakanlığına ile ilgili kamuoyuna sunacağım. O da artık haftaya.
Tarsus Kadın Kapalı Cezaevi: Hem cehennem, hem Orta Doğu (1)
Tarsus Teksas: Tarsus Cezaevi’nde nasıl işkence gördüm (2)