KHK TV’de “Kadın olmak/ KHK’lı Kadın Olmak” adlı bir program yaptık. İnsan, hayatın akışında olanca açıklığıyla anlamıyor yaşadıklarının şiddetini. Olanlara biraz dışarıdan bakınca -bir televizyon programı aynasından bile olsa- duygular başka türlü sarıyor insanı.
İçinde yoğrulduğumuz ancak garip bir şekilde uzağında kalmaya çalıştığımız bir karanlık yaşıyoruz. Bu karanlıkla nasıl boğuştuğumuza kendi sesimle ayna tutmak beni çok etkiledi.
Yaşadığım gerçeklikle daha yakın plandan yüzleşmek, içine atıldığım karanlığı daha gerçekçi bir dokunuşla hissetmek gibi bir şey bu. Onlarca, belki yüzlerce KHK’lı kadına dokundum, onların sorunlarını dinleyip gözyaşlarını sildim. Beş yıldır, kara renkli duyguların insan ruhunda biriktirdiği yorgun kabukları inceltmek için canlı bir tiner gibi çalışıyorum.
Ne ki bu kadınlara söylediğim şeyler onların kalplerine ve zihinlerine ulaşıyor, bana geri dönmüyordu. Sözüm hedefine ulaştıktan sonra vicdan yüküm hafifliyor, hayatın karşıma çıkardığı başka bir görevin başında buluyordum kendimi.
Beş yıldır ilk defa kendi sesimden kendi karanlığımı(zı) dinledim. İçimdeki KHK’lı aktivist kadının heyecanlarına ve duygusal taşmasına kendimden dışsallaşarak şahit oldum. Bu taşmanın denizde bir katre olduğunu bilmekliğim, kendimle ilgili daha derin derelerin işaretçisiydi.
Susmak bazen bütün sözlerin söyleyemediğini söyler; söz gümüşse sükût altındır. Lâkin bazı durumlarda seslenmek büyümektir, çoğalmaktır, kendi farkındalığına ulaşmaktır. Susmayı çok iyi bilen ancak kendi sesinin ve seslenişinin mücadelesinden onur duyan
KHK’lı bir kadın olarak, Türkiye toplumunda kapkaranlık bir kuyuya atılan hemcinslerimin hâlini ilk defa bu kadar özgür bir haykırışla kendi sesimde deneyimledim.
Çok garip bir duygu(ydu), hâlâ içinden çıkamıyorum.
…
Türkiye’de KHK’lı kadın olmanın iki yüzü vardır. Bu iki yüz kendi içindeki farklılıklar mahfuz olmakla birlikte, kendisini diğer yüzden ayıran kadın zihinlerini ve deneyimlerini, kadın yaşantılarının tarihsel arka planını işaretler.
Türkiye’de KHK’lı kadın olmak, devlet terörüne erken uyanışın farkındalığıyla hep gerilim hâlinde olan bir duruşa tekabül eder. Bu duruş, Yüksel Caddesi’ni bir direniş alanı olarak tarihselleştirir; direnişin özneleri kendi içinde farklıdır ancak duruşlarında hep aynı cesareti, kararlılığı ve azmi görürüz.
-Nuriye Gülmen, devletin kendi hayatına kast eden hukuksuzluğunu protesto etmek için kendini açlığa mahkûm eder. Zayıf bedeninin açlık karşısında erimesini umursamaz, gövdesi hilal hayal hâline gelinceye kadar onu devlet yetkililerinin gözüne sokmaya çalışır bir kıymık gibi. Ne ki gözler kapalıdır. Bu direnişin sonu demir parmaklıkların ardına atılmaya varır. Kadın ne yaptığının öyle farkında ve öyle kendindedir ki, hiçbir güç ve zorbalık o güzel yüzdeki gülüşü söndüremez.
-Başından beri Nuriye’nin yanı başında yer alan Acun Karadağ’ın ondan eksik kalır yanı yoktur. Hukuksuzluğa karşı denediği hukuksal yollar yargıyı pençesine alan somut gücün umurunda değildir. Çare görünmekte, ses çıkarmakta, olanları kendilerini dünyanın hükümranı sananlara ve bu zannı alıp kabul eden topluma anlatmaktadır. Sokaktaki haykırışlarına Acun’un kalbi dayanmaz, yırtılıverir bir yerinden. Hayatta kalması zorunludur; olanların hesabı ancak hayatta kalarak sorulabilir çünkü.
-Merkezden uzakta temayüz eden bir KHK’lı kadın duruşu daha kendisini Türkiye gündemine dayatır. Alev Şahin, namuslu meslek hayatıyla arı kovanına zaten çomak sokmuş, işinden kovulmayı hak etmiştir birilerinin gözünde. Alev, Düzce Meydanı’nda sesiyle, gövdesiyle, açtığı pankartla haykırmaya başlar. Haklılığının direngenliğiyle mücadele eden bu “anarşist” kadın sonunda Düzce halkının gönlüne taht kurar. Halk, onun duruşundaki sahiciliği çoktan hissetmiştir çünkü.
-Yüksel’de seslenmeye devam eden direnişçilerden biri de Nazan Bozkurt’tur. Uğradığı haksızlık ve hukuksuzluktan sonra evine damına kabına sığamayan Nazan, kendisini Meydan’a atar. Haykırır. Türkü söyleyerek ruhlara akan o sesiyle hukuksuzluğa karşı haykırır. Güvenlik güçleri tarafından bir “çöp” gibi derdest edilmesine aldırmadan, her seferinden yeniden dirilerek Meydan’da yerini alır genç kadın.
-Yüksel Meydan’ı belki tarihinde ilk kez karşı mahalleden birinin direniş mücadelesine şahit olmakta, şaşkınlığını saklamamaktadır. Bu kadın kendi oğlu nezdinde bütün Harbiyeli öğrencilere “anne” olan Melek Çetinkaya’dır. Melek Çetinkaya yüce devletin kutsallığına inanmakta ve ona bütün benliğiyle itaat etmekte iken, tokatların en ağırı ve haysiyetsiziyle irkilmiş, devletin giydirdiği bütün elbiselerinden soyunmuş kendisini sokağa atmıştır. Melek Anne öylesine güçlü haykırmaktadır ki sesi ülke dışına taşmış, Türkiye toplumunu kıskanan dış güçler onu televizyon programına çıkarmıştır.
Bu birinci yüz, insan varlığını kendisinden onur duymaya sevk eden, insan ruhunu ve latifelerini okşayan tablo ve sahnelerle doludur.
Diğer yüz fazla acılıdır; acının belki her çeşidinin temayüz ettiği tablolar bizi karşılar bu yüzde. Kutsalın yelpazesinde kendi varlığını unutmuş, hatta kendi varlığının varlığına hiç şahitlik etmemiş bir kadın grubu vardır karşımızda. Kutsalın yelpazesi haşmetlidir; benliği yerme yolunda yürümek gibi görünse de benliği çok yönlü yüceltici ve okşayıcı bir harita sunmuştur takipçilerine. Bu haritada sokakta seslenmek, hakkını aramak, itiraz etmek, görünmek, derdini göstermek yoktur. Ne ki kutsal şemsiye bir anda yırtılıp onları çırıl çıplak bıraktığında dehşetengiz bir hâl gelmiştir başa, daha önce hiç deneyimlenmeyen. Çırılçıplak kalmaya, soyunmaya, aşağılanmaya, benliğin böylesine süfli bir durumda olmasına alışılmamıştır; bu kadınlar kutsalın hizmetkarı olmak bakımından kutsal kadınlardır.
Bir süre, uzun bir süre kutsalın şemsiyesinin üstlerine yeniden gerilmesi beklenir. Ebabil kuşlarının yolu gözlenir. Nemrut’un burnundan girip koca hanedanı yerle bir eden sinek beklenir. Yok yok yok… Kitle gözlerinden ışık yemiş tavşan gibi paralize olmuş, durduğu yere çömelip kalmıştır. Soru sormaya, eleştirmeye, kendi kararını vermeye alışık olmayan bu kitle acısı dayanılmaz hâle geldiğinde de ses çıkaracak gücü yoktur. Ses çıkarırsa imtihanı kaybetmek, gökler ötesi hayallerden vazgeçmek tehlikesi vardır.
Ancak bu böyle sürmez; Gökler ötesi öğretmek istediği bilgiyi dayatmakta kararlıdır: Acı katlanarak büyür, acı zihinden gövdeye geçer, acı katmerlenir, acı tecessüm ederek kendisini seslendirir. Büyük gövdede kımıltı başlamıştır. Karşı mahallenin kadınlarının hayat hikayeleri açıktır, etkileyici ve öğreticidir. Hayatları boyunca “iyi” peşinde koşan bu kadınlar öğrenmeye açıktır, aslında benlikleriyle uğraşmaya da alışkındır.
Bu uyanışın öncesinde ödenen bedeller ise onların gökler ötesi alemdeki karşılanış biçimiyle ilgili korkularını silip süpürmüştür.
Çünkü KHK’lı kadın olmak onlara şu deneyimleri dayatmıştır:
-Yıllar boyunca “tesettürlü kız kardeşler” olarak kodlanıp kutsal anne metaforuyla sömürülen bu kadınlar, kendi “din kardeşlerinin” her türlü tecavüzüne layık görülmüştür.
-Yıllar boyunca verdikleri tesettür mücadelesinde aynı saflarda oldukları tesettürlü hemcinsleri tarafından “terörist” ilan edilerek zindanlarda ölüme terk edilmeleri alkışlanmıştır.
-Devlet teröründen korunmak için yolu Meriç’e düşen, evlatlarını ve eşini Meriç’in kalbine gömmek zorunda kalan gözü yaşlı, bağrı daşlı analar ve yâr(lar)dir onlar.
-Kutsalın tokadıyla savrulup aile ocağına düşen, bir tekme de onlardan yiyen, evlatlarını sırtlayıp yâd elleri yurt edinmeye koyulan asrın yolcularıdır KHK’lı kadınlar.
-Kutsal kadın metaforlarıyla emekleri sömürülen, sonrasında gün yüzü görmemiş ahlâksızlıklara maruz kalan kadınlardır onlar. Bu nedenle kaybettikleri sadece işleri, eşleri, evlatları için değildir. Kendi din kardeşleri tarafından yüreklerindeki Kabe’nin yıkılışındandır yığılıp kalıverişleri.
-Yıllarca toz kondurmadıkları devletlerinin gadrine uğrayan, zindanlara atılan, zindanlardaki kara çığlıklarını gün yüzüne ulaştıramayan kadınlardır onlar.
-Yıllar boyunca tefani sırrına ermeye çalışan, ancak sohbet arkadaşı tarafından çarmıha gerilme gerçeğiyle karşılaşan şaşkınlardır bu kadınlar.
-KHK’lı kadınlar, hepten namusunu kaybetmiş bir coğrafyanın somut göstergeleridir. Gösterge olmak durumunu her değişim ve dönüşümde taşımak durumunda kalan, kendinde oluş sürecine hep uzak tutulan kadınlardır onlar.
Bu gönlü öpülesi kadınlar bu diyalektik sürecin en önemli meyveleridir aynı zamanda. Kendi üzerine düşünme etkinliğine uyanan, üzerinde oynanan tarihsel kültürel oyunları bozma yolunda cesur adımlar atan, artan farkındalığıyla yeni bir destan yazma yoluna giren kahramanlardır onlar.
Onlar, benim gözyaşı çağlayanımın okyanusudurlar…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”