İnsan kendisini dil yoluyla ifade etmekle diğerlerinden ayrılan bir varlık. Ne ki muhataplarımıza söylemek istediğimizi bazen kelimelerle değil, kelimelerden uzak durarak söyleriz.
Kelimeler üzerine sayısız analiz yapılır, söylenen üzerinden söyleyenin hâli anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışılır. Bunda ne denli başarılı olunduğu müphemdir, çünkü söz gelimi edebiyat eserlerinde yazarın muradına hiç değmemiş şeylerin onun temel kaygısı olarak imlendiği durumlar çoktur.
Susuş üzerine de konuşulmuştur şüphesiz; çünkü kelimelerden uzak durmak hatta harflerden, çoğu zaman sözün eyleminden çok daha keskin bir eylemdir. Bir ses, bir kıpırtı, bir harf bünyesinde bir anlam yakalamak için gözünü hedefe dikenler, maruz kaldıkları upuzun sessizlikle asıl anlama ulaşırlar. Çünkü söylenecek sözün olmayışı ya bütün sözlerin tüketilmiş olmasından ya söylenmiş ve söylenecek sözlerin anlamını kaybetmesinden ya da muhatabı söz(ün)e layık görmemekten kaynaklanabilir. Bazen sessizliğin ve sözsüzlüğün gücü narsistik amaçlar için kullanılır; bir ses bekleyenin sevgi ve sadakatinden emin olmanın verdiği haz ve emniyet duygusuyla zevk süresini uzatmaya yarar bu eylem. Belki aslında konuşması beklenen, konuştuğunda muhatabında uyandırdığı ve sürdürmekte olduğu etkisini kaybedeceğinden bir şekilde emindir. Kendisinin, muhatabının zihninde ve gönlünde yansıyan fotoğrafa denk düşmediğinin bilincindedir. Fakat insan bir şekilde bencildir ve haz düşkünüdür. Günün birinde nasıl olsa biteceğini bildiği hazzı, kendi istediği şekil ve yoldan sona erdirmek tanrısal bir taht sunar insana. Veya narsistik donanımın büyüleyici etkisiyle böyle bir halüsinasyon görür; bir müddet iç dünyasının buğusunda deneyimlediği tanrısallığın gerçek olduğuna inanıverir insan.
Bir de susturulma vardır. İnsan, sözlerinin ulaştığı bir kalp veya kulak bulamadığında çoğu zaman susmayı tercih eder. Bu durumlarda susmanın güzelliğini fark edemeyenler bağırıp çağırmaya, kaya kesilmiş muhatabına haykırmaya devam ederler çoğu kez. Bu eylemin sonunun çaresizlik olduğu geç olsa da anlaşılır. Muhatabın duymaya kapalı bir kulağı, anlamamaya ve hissetmemeye kararlı bir kalbi olduğunda, susuşun anlatacağı da bir şey yoktur. Kendisini sese, söze ve anlama kapatan, muhatap mukaveleden çekildiğinde anlayıverir konunun vahametini. Anlamak aslında fazla bir kavramdır; kişi konuya ayılır, uyanır ama olan olmuş, giden dönmemek üzere gitmiştir. Mukavele sürecinde muhatabını yok sayanın, muhatabının gidişinden sonra evrene saldığı kelimelerin, döktüğü gözyaşlarının herhangi bir yararı yoktur artık.
Susturulmanın diğer bir şekli, korku kaynaklıdır. Konuşanın derdest edilip zindanlara atıldığı, kelimelerin yüce divanlarda yargılama konusu olduğu despotik toplumlarda insanlar susar. Bu susma bilinçlidir; içte saklanan ses uygun bir yarık bulduğunda dışarı çıkmak için fırsat kollar. Sesini zindanlarda boğmamak, kameti kıymetine göre kullanmak için yapılan bu eylem bir nebze anlaşılabilir.
Susturulmanın belki en hazini muhatabı susmaya gönüllü hâle getirmektir. Bu eylemde çoğunlukla kutsal kullanılır: Kutsal kimi zaman dine, kimi zaman gelenek ve göreneklere, kimi zaman da bir şekilde oluşturulmuş “biz” duygusuna dayandırılır.
-Bize orda burada konuşmak, haykırmak yaraşmaz.
-Kadın kısmının sesi çok çıkmaz.
-Pek çok kademesi bulunan büyüklerinin karşısında konuşulmaz.
-Müslüman, acılarına sabredip sesini çıkarmayandır.
-Çocuğun makbulü, ebeveynin her dediğine sessizce boyun eğendir…
Bu örnekler çoğaltılabilir. Bana en çok dokunan ve ciğerimi delen gönüllü susma ise, hakları çiğnendiği hâlde derin bir sessizliğe gömülen, eylemin gökler ötesi âlemdeki yansımasını hiçe sayıp bu sinmeyi kutsalın rengine boyayan öznelerin susuşudur.
Bu sessizliğin içkin olduğu anlamı irdelemeye ise en azından şimdilik gücüm ve isteğim yoktur.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”