Bilmem hatırlar mısınız?
2010 yılı Temmuz ayında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ özel bir televizyon kanalına verdiği röportajda ‘Milletvekilliğinden ayrıl, dağa gidiyorsan git’ açıklamalarıyla gündeme gelmişti. Türkiye’de 2008 yılında kurulmuş sosyal demokrat, liberal görüşlü ve parlamentoda grubu bulunan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve onun milletvekillerine ‘Milletvekilliğinden ayrıl, dağa gidiyorsan git’ diyen, ‘ihanet’ gibi çok ağır ve suçlayıcı ifadeler kullanan Genelkurmay Başkanı, bu açıklamaları elbette yasal dayanaklara göre yapmamıştı.
Dünya üzerindeki hangi ülkede Genelkurmay Başkanı’nın görev ve yetkileri arasında televizyon kanallarına röportaj verme, siyasi konularda fikir beyan etme gibi bir etkinliği vardır? Bu ifadeler, düşünce özgürlüğü kapsamına girmekte midir? Bilemem!
Ama bildiğim bir şey var. Milleti sokağa döken adamı çok yakından gördük ve hepimiz biliyoruz ki sokağa adam döküp, yakıp yıktırmak eline silah verip dağa salmaktan daha tehlikelidir.
Halkın seçilmiş temsilcileri olan parlamento üyelerinin siyasi faaliyetleri ve katıldığı etkinlikler hakkında fikir beyan ederken kışkırtıcı ifadeler içeren, legal olmayan bir tarzda ‘dağa çıkın’ sözünü kullanırsanız makamınızı kullanmış olur, algı operasyonuna kapı aralayarak size biçilen rolü üstlenmiş olursunuz. Başbuğ’un azmettirmek diye bir suçlamayla yargılanmadığı kesin. İşte bu tarz söylemler ile Türkiye dışındaki başka bir ülkede genel kurmay başkanlığı makamını kullanıp algı operasyonu yapan resmi görevli var mıdır? Yoktur.
Sonrasında ne oldu? Dönemin BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş, Başbuğ’un milletvekillerini açıkça hedef haline getiren açıklamalarına, “Bir milletvekiline emir verir gibi konuşmak Genelkurmay Başkanı’nın haddi değil, burası kışla değil, biz de senin emirerin değiliz. Bize emir vereceğinize, halka hesap verin. Genelkurmay başkanı bir milletvekilimize ‘dağa çıksın’ diyor. Dağa çıkışları engellemekle görevli en üst düzeyde güvenlik görevlisi bunu söylerse onun görevi bitmiştir. ”
Halbuki BDP’nin varlığı ile siyasi düzlemde, PKK ile sürmekte olan çatışmanın sivil ve hak temelli bir yaklaşımla çözülmesi gerektiğine dair giderek bir fikir birliği oluşmaya başlamıştı. 2009 “Kürt açılımı” yılıydı. Hükümet, gündemine aldığı Türkiye Kürtlerinin insan haklarının geliştirilmesi yönündeki planını hayata geçirmek için çok az somut adım atarken Başbuğ’un açıklamalarına göz yumdu.
Ne yaman çelişkidir ki aynı yıl KCK-Kürdistan Topluluklar Birliği, Türkiye’nin gündemine girdi. BDP’nin yüzlerce yetkilisi ve aktivist üyesi 2010 yılında, PKK’ya bağlı Kürdistan Topluluklar Birliği Türkiye Meclisi’yle (KCK/TM) bağlantılı oldukları iddiasını da içeren suçlamalarla yargılandı. Bölücülük ve KCK üyeliği iddialarıyla Diyarbakır’da yargılanan 153 görevli ve aktivist arasında yedi belediye başkanı, çok sayıda avukat ve bir insan hakları savunucusu bulunuyordu. Belediye başkanları aylardır tutukluydu; öte yandan, ülke çapında KCK ile bağlantılı olduklarından şüphelenilen yaklaşık 1,000 BDP görevlisi ve üyesi de tutukluydu.
Pazar sabahı bir 12 Eylül günü, 2010 yılında söylenen sözleri neden gündeme getiriyor olabilirim?
Çünkü Demirtaş gibi demokrat bir siyasetçi 2010 yılında hedef gösterildiği zamanla başlayan ve devam eden süreçte cezaevine girdi. Bir cadı avı serüveni ile hala cezaevinde. Türkiye’de siyaset adına her ne söyleniyorsa söylensin başında, ortasında ve sonunda, önünde veya arkasında harekete geçirilmiş kurum ve kuruluşlar vardır da ondan..
Başbuğ’un çıkışındaki zamanlama manidardı. 12 Eylül 2010 referandumu Türkiye’nin altıncı halk oylaması, siyasi olarak gerilimli ve hassas bir süreçte yapıldı.
Yeni cumhurbaşkanının kim olacağı gündemdeydi. O dönem, ülkenin bir çok yerinde Cumhuriyet mitingleri yapıldı, milyonlarca kişi katıldı.
Basın özgürlüğü eylemini cumhuriyet mitingleriyle kıyaslayıp “gazetecilere sahip çıkmak ergenekonculuk değil” diyen Selahattin Demirtaş.
İşte yeni anayasa değişikliği taslağı bu atmosferde hazırlandı.
12 eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu ile ilgili Selahattin Demirtaş’ın;
“…bakın, 12 Eylül’de sandıktan evet de çıksa, hayır da çıksa kazanan biz olacağız. çünkü bunu boykot eden tek parti biziz. Biz direnme geleneğinden geliyoruz…” sözleri elbette çok tartışıldı.
Anadilde eğitimin, dilin kendi varlığı açısından önemi vurgulayan Selahattin Demirtaş BDP grup toplantısında “konuşmama anadilim olan Kürtçe devam edeceğim” dedikten bir kaç saniye sonra TBMM TV tarafından konuşması sessiz görüntü şeklinde sunulmuştu.
Kürtçe konuştuğu için sesi kesilen, devletin gadrine uğrayan siyasi Selahattin Demirtaş.
Demirtaş’ın muhalif siyasetini mumla aradığımız böyle bir adaletsiz dönemde, demokrasiye katkılarını saysak makale Silivri zindanlarına kadar uzar gider..
Bağımsız bir devlet kurma isteği gibi çarpıtılan amaçların gerçeğini çok net açıklayan Demirtaş’ın cesur, açık, tutarlı söylemleri ve siyaset meydanlarında konuştukları kitap olarak yazılıp okullarda okutulacakken hapse gönderildi.
Siyasi katılım hakkının kullanılmasıyla ilgili kaygılar 12 Eylül 2010 yılında da vardı, şimdi de var. Türkiye’de hiçbir şey değişmedi. 12 Eylül dönemini yaşayan bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar, eminim ki, şimdi her şey daha şeffaf ve devasa yollar yaptılar diye teselli buluyorlardır.
Halbuki yüzyıllardır Kürt halkına yaşatılan haksızlıklar diğer mahallelere de sıçradı. Ağzıyla kuş tutsa sevmeyenlerin öteki algılarından dolayı yine sevmemeyi tercih ettiği politikacı Selahattin Demirtaş, toplumsal barış için büyük şanstır.
Ama biz o şansı gerek sessizliğimizle, gerekse milliyetçi reflekslerimizle demir parmaklıkların karanlığına hapsettik.
Oysa bilmeliyiz ki karanlıkta olan Demirtaş ve haksız yere tutuklanan muhalifler değil, karanlıkta olan, el yordamıyla hayata tutunma çabası içinde olan bizleriz.