Devleti bazen hepimizi koca bir sinema salonuna dolduran ve orada kendi filmini bize izleten bir yönetmene benzetiyorum.
Tabi bunu yapmadan önce her yönetmen gibi onun da önceden düşündüğü yazdığı bir senaryoya ihtiyacı var. Demek ki film yapmak için önce bir senaryo yazmak gerekiyor.
Devlet de aynısını yapıyor. Önce bir senaryo bulması veya yazması gerekiyor.
Bu senaryonun bir ana teması olması yani yer, zaman, mekan ve kişiler bakımından bir hikayeye sahip olması lazım…
Daha sonra bu hikâyeyi film olarak çekmek için bir kaynak yani para bulmak lazım, sonra filmdeki hikâyeye uygun film platoları olmalı, yer ve mekanları tespit etmek gerekir. Sonra hikâyede anlatılan kişiler/karakterlere uygun başrol oyuncuları seçmek ve diğer uvertür oyuncuları bulmak ve anlaşma yapmak lazım… devamla filmin teknik kadrosunu oluşturmak ve bir film planı çıkarmak lazım yani zamanı planlamak ve filmin hangi tarihte neden vizyona girmesi gerektiğini önceden tartışarak karar vermek gibi…
Ve tüm bunlar yapıldıktan sonrada rejisör “motor” der ve film çalışmasına start verilir.
Biz ancak film vizyona girdikten sonra, yönetmenin görmemize izin verdiklerini perdede görebiliriz.
İşte tam bu noktada filmin iki yüzü olduğunu anlarız.
Evet, her filmin iki yüzü vardır.
Bir perdeye yansıyanlar ve bir de perde arkası…
Devlet bizi soktuğu o koca sinemada sadece perdeye yansıttığı görüntüleri görmemizi ister.
Biz de her sinema seyircisi gibi gördüklerimiz çerçevesinde film hakkında yorum yapmaya çalışır ve filme puan veririz.
Şimdi…
2015 yılı haziran seçimlerini milat alacak olursak Ak Parti bu seçimleri kaybetmişti. Ve bunun üzerine kısa metrajlı bir film çekilerek seçimlerden sonra yasal süre içinde hükümetin kurulması ve güvenoyu almasını bilerek engellendi.
Türkiye, tarihinde ilk defa altı ay içinde yeniden genel seçimlere gitmek zorunda bırakıldı.
Bu altı aylık sürede Ak Partinin yapılacak olan yeni seçimi kazanması için bir senaryo yazıldı.
İlk önce Kürt Sorununun çözümü için başlatılan müzakere süreci sabote edildi.
İki polisin öldürülmesi neden gösterilerek iki yıldan fazla süren barış süreci sonlandırılmış oldu ve devlet Kürt sorununda yeniden eski ezberlerine geri dönmüş oldu.
Türkiye gündemi yeniden “terör ve teröristlerle mücadele” eksenine çekilerek gösterilen onca barış ve demokratikleşme çabası heba edilmiş oldu.
Sonrası 2015 yılı Kasım ayında yapılan seçimleri Ak Parti yeniden mecliste çoğunluğu sağlayacak oranda oy alarak kazandı ve iktidar partisi oldu.
Bu seçimlerin üzerinden daha altı ay geçmemişti ki Ak Parti genel başkanı ve başbakan Ahmet Davutoğlu görevlerinden istifa etmek zorunda bırakıldı.
Evet, kamuoyunda “Pelikan” grubu denilen çevre Davutoğlu’na, Erdoğan adına kurmuş olduğu kumpas sonucu Davutoğlu görevden uzaklaştırılmış oldu.
İşte bu siyasi gelişme 15 Temmuz 2016 darbesi için önemli bir siyasi gelişmeye neden oldu. Başbakanlık ve Ak Parti başkanlığına Erdoğan’ın has adamı Binali Yıldırım getirildi.
Böylece Erdoğan’ın kafasındaki “güçlü cumhurbaşkanı ve pasif başbakan” formülü yerine getirilmiş oldu.
Bu siyasi gelişme neyin habercisiydi? O sıralar kimse pek bir şey anlamıyordu.
Evet, gerçekte ne veya neler oluyordu?
Devlet perde arkasında ne filmler çeviriyordu. Demeye kalmadı ve “15 Temmuz darbe girişimi” diye bir olayla karşı karşıya kaldık. Askeri darbe konusunda oldukça deneyimi olan bir ülkenin insanları olduğumuz için 15 Temmuz darbe girişimine oldukça temkinli ve şüpheli bakmıştık.
Öyle ya akşamın saat yedisinde darbe mi olurdu? Darbeciler önceden olduğu gibi neden gece yarısı, el ayak ortalıktan çekildikten sonra darbe yapmayı planlamayı akıl edememişlerdi?
Darbecilerin aklına neden önce iktidar sahibi olan kişileri derdest etmek gelmemişti?
Neden darbeciler yurt genelini kapsayacak tüm kuvvet komutanlıklarıyla birlikte bir darbe planı yapamamışlardı?
Bu sorular uzar gider.
Evet, ortada tuhaf ve anlaşılması zor bir durum vardı.
Ancak bu kadarıyla da olsa 15 Temmuz darbe girişimi koca ülkeyi karanlık bir döneme sürüklemek için iktidar ortaklarına yeni fırsatlar sundu.
Devlet bu senaryo ile yeni bir düzene sokuldu. Artık sistemin adı Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olmuştu.
Apar topar anayasa değişikliğine gidilerek, anayasanın özellikle yürütme, yasama ve yargıya ilişkin maddeleri bu sisteme göre değiştirildi. İşin özü; tek adam rejiminin kurulması sağlandı.
Bakanlar kurulunun atanmasından tutun da meclisin gensoru hakkının elinden alınmasına, oradan yargı atamalarının tek adama bırakılmasına kadar tüm bir sistem merkezi otoritenin altına alındı.
Bunun sonucu olarak idari yapıda, totaliter bir yola sokulan devlet kendince büyük beladan da kurtulma yolunu seçmiş oldu.
Önce Kürt Sorunu çözümü için kurulan müzakere masasına tekme atıldı ve hemen akabinde ise Avrupa Birliği (AB) defteri kapatıldı.
Bu iki sorun devlet için tehlikeli sulara kendisinin çekilmesi olarak kabul ediliyordu ve bu süreçleri dağıtmak isteyen güçler devlete egemen olmuşlardı.
Bu durumun en anlaşılır nedeni, Kürt Sorununun çözümü ve AB üyelik süreci devletin demokratik bir hukuk devleti olmasını talep eden bir baskı oluşturuyordu. Devlet içindeki darbeci güçler ve siyasi iktidar bunun böyle olması halinde neleri kaybedeceklerini biliyorlardı.
Türkiye, demokratik bir hukuk devleti yoluna girerse 17-25 Aralık davası ile Ergenekon davalarının ortadan kaldırılması mümkün olmayacaktı.
Evet, bu iki kritik dava sürecini ortadan kaldırmak için bir hikâyeye zaruri ihtiyaç duyuluyordu. Ve bu zorunlu ihtiyaç böylece karşılanmış oldu.
İşte devletin bize gösterdiği filmin kendisi ile filmin perde arakasının genel özeti bu maalesef…
Yani perdede “her türlü terörle mücadele” ile anlatılan bir hikâye var.
“Ki terörün, terör olayının, terörist örgütün ve teröristin evrensel hukuk açısından tanımına hiç uymayan bir terörle mücadele”
Yalnız gerçeklerin açığa çıkmakta inatçı bir yanı var. Filmlerin perde arkası olayları da öyle…
Perde arkası aktörlerden organize suç örgütü lideri Sedat Peker, kendisine yapılan operasyondan sonra arka arkaya üç videoyu servise koydu.
Bu videolar üzerinden filmin perde arkasında olayların Mehmet Ağar hedefli küçük bir kısmını anlatmaya çalışıyor.
Hukuk devleti olmamaya yemin etmiş, kabile devleti olarak yoluna devam etmek isteyen güçlere karşı Omerta, -mafyanın suskunluk yasası- hafifçe ihlal ederek konuşma niyetinde olan Peker, neyi nereye kadar açıklar bilinmez ama tarihte filmin perde arkasında olanları öğrenmek içinde bundan başka bir yol da bulunamamıştır.
Ancak bu kabile devletinin her alanda başı belada…
Ne dış politika, ne ekonomi ve ne de insan hakları ihlalleri alanında başarı sağlayamadığı gibi, her alanda baş aşağı gidiyor.
İktidar ben yanacaksam sizi de yakarım diyen bir karanlık tünelin içinde debelenip duruyor.
Kurtuluşu yok.
Bu rezalet daha fazla sürdürülemez.