Demokrasilerde bir ‘siyasal merkez’ vardır. Bu merkez, demokrasinin üzerinde uzlaşma sağlanmış temel ilke ve geleneklerini, kurumlarını barındırır, Siyasal aktörler/taraflar buluşur, “ortak iyiyi” bulmak için müzakere ederler ve uzlaşırlar. Uzlaşma aramaktan ve demokrasinin kurum, usul ve ilkelerine uymaktan uzaklaştıklarında merkez çözülür. İlginç olan, merkezin yok olmasına neden olanlar, yaptıklarını demokrasi sayesinde yaparlar.
Demokrasinin ifade özgürlüğünden yararlanarak bazı hak ve özgürlüklerden fedakârlık yapmayı telkin ederler. Kimi gruplara karşı nefret ve ayrılıkçı duyguları yayarlar. Hayali düşmanlar yaratırlar ve onlara karşı savaş açmayı savunurlar. Bütün bunlar, demokrasinin intiharına hazırlıktır.
Pekâlâ, seçmenler neden böyle bir şeyin olmasına izin verirler?
İşte bu noktada ‘gerçek-sonrası’ ya da ‘sahte gerçeklik’ kavramları devreye girer. Bu alanda veya siyaset yapma biçiminde gerçekler, hakikatler göz ardı edilir. Siyasetçiler, özellikle siyasi önderler, kendi gerçeklik anlayışlarını ve özel doğrularını öne çıkarır ve topluma yegâne doğru olarak sunarlar. Tekellerine aldıkları medya organlarıyla ve mobilize ettikleri yandaşların etkili oldukları gayrı resmi iletişim ağları yoluyla alternatif bir gerçeklik alanı yaratırlar.
ALTERNATİF (SAHTE) GERÇEKLİK
Bu gayretlerine karşı çıkanları karalarlar, düşmanlaştırırlar ve siyasal alanın dışına iterler. Kullandıkları yöntemler, siyasetin alışıldık usullerinin dışındadır. Böyle kural-dışı (kimi zaman ahlak-dışı) davranmak, sistemden ümitlerini kaybetmiş, mevcut siyasetçilere güvenmeyen seçmen nezdinde hoşnutluk yaratır. İçlerindeki öfkeyi boşaltır. ABD’de çok zengin olmasına rağmen yerleşik düzene karşı çıkan Trump, İngiltere’de Brexit’i savunan siyasetçilerin başarısı bu nedenledir.
Bilgi, görgü, tecrübe, kitlelerin tepkileri karşısında önemlerini yitirir. Halkçı (popülist) diyebileceğimiz önderler, giderek kendi anlayışlarını yeni bir siyasal rejimin harcı haline getirirler. Neden? Çünkü çok övülen demokrasi, birçok ülkede (özellikle Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Güney Amerika’da olgunlaşamamıştır. İnsanların hayatlarını beklendiği kadar olumlu anlamda değiştirememiştir. Yaygın hoşnutsuzluk, kitlelerin daha fazla refah, güvenlik ve itibar arayışına yol açmıştır. Bu fırsatı kullanan halkçı/popülist önderler, bunun demokrasi ile olamayacağına onları ikna etmeyi başarmışlar, sihirli çözümleri olduğuna inandırmışlardır. Kitleler onlara inandıkları ölçüde arkalarına takılmıştır. İzledikleri sürece de yol açtıkları aşırılıkları, yolsuzluğu ve yozlaşmayı sorgulamadılar, hesap sormadılar, yönetimlerinin saydam olup olmamasına aldırmadılar. Özgürlük taleplerini ve serbest seçimleri istikrara; işi, çalışma haklarını tercih ettiler.
POPÜLİZMİN SEYİR DEFTERİ
Güçlü (eyleme yönelik) liderin, mevcut sorunların üstesinden geleceğine inandılar, inandırıldılar. Bu gelişmeler, yerel veya bölgesel değil küresel bir nitelik kazandı. Aynı eğilimleri Rusya’da, Filipinler’de, Güney Amerika’da olduğu kadar Avrupa ve ABD’de de gördük. Gördük ki insanlar, karmaşık sorunlara basit yanıtlar arıyor ve halkçı/popülist önderler bunları onlara sunuyor. Gelir eşitsizliği, işsizlik, güvensizlik, göçmen sorunları konusundaki vaatlerini sonuca götürecek çözümleri olup olmadığı, “yaşayalım, görelim” ruh haline bırakılıyor. Ne var ki bir süre doğacak düş kırıklığı, önce yabancılaşmaya, sonra radikalleşmeye yol açıyor. Ancak bu, sonradan anlaşılıyor.
Giderek otokratikleşen popülist önderlik, muhalefete, ısrarla icraatını sorgulamayı sürdüren aydınlara, yolsuzluk ve usulsüzlük konusunda araştırma yapan gazetecilere sert davranır, bunları hapse atar veya ortadan kaldırırsa, öndere bağlı taraftarlar başka yöne bakıyor.
Popülist yönetimlerin en etkili silahı, alternatif gerçekler oluşturdukları yoğun bir propaganda ağı. Ürettikleri sahte gerçekleri destekleyecek komplo teorilerini devreye sokarlar. Komplo teorileri, zihinleri büsbütün gerçeklerden uzaklaştırır.
Gerçekle, alternatif doğrular arasında giderek açılan bir uçurum doğar. Bu uçurumun dolmamasını, basında ve sosyal hayatta faaliyet gösteren trol orduları (paralı propaganda ve saptırma çeteleri) sağlar. Uydurulan yalanları sürekli tekrarlayan bu maaşlı çeteler, gerçekler konusunda kuşku üretirler, insanların (özellikle muhaliflerin) korkularını taze tutarlar, farklı düşünenleri tehdit ve ihbar ederler. Kısaca, bozulan siyasal ahlakın seviyesini iyice düşürürler.
Popülist önderlerin ve kurdukları sahte gerçeklik üreten makinanın yaydığı endişeler vardır. Ülke, sistem, ulus tehdit altındadır ve birlik olmak, aykırı sesleri susturmak zamanıdır. BEKA kaygısı biçiminde sunulan bu durum, bir korku ortamının oluşmasını gerektirir. Korkuyu giderecek olan önderliktir ve onun etrafında kenetlenmek gerekir. Kenetlenmenin en yalın aracı milliyetçiliktir.
Önderlik ortak iyinin ve ortak kötünün yani düşmanın ne/kim olduğunu tebliğ eder. Kötülerin ortadan kaldırılması için harekete geçer. Aldığı popüler onayın derecesi, kötülere ne sertlikte muamele edileceğinin derecesini belirler.
Bu onay yüksekse, anayasa rafa kaldırılabilir, mahkeme kararları askıya alınabilir, adil yargılama sona erebilir. Suçlananlar, sahte delillerle tutuklanabilir, yargılanmadan yıllarca hapiste tutulabilir. Hele bir de alternatif gerçeklik faslından ‘terörist’ olarak damgalanırlarsa hiçbir yasal hakları kalmaz. İşi, aşı, özgürlükleri ellerinden alınabilir. Bu büyük bir insan hakları ihlalidir ama rejimin ‘kötü’ diye damgaladığı kişiler insan değil, suçludur. Hak diye bir ayrıcalıkları yoktur, yönetimin onlar hakkında verdiği hüküm geçerlidir.
Şu ana kadar sayılan şeyler bir demokrasinin özünü oluşturur. Onların önemini ve etkisini yitirmesi demokrasinin merkezi değerlerinin çözülmesi demektir.
Muhalefetin ve basının (satın alınarak veya zorla) susturulduğu, soru soranların veya itiraz edenlerin bastırıldığı rejimlerde, muhaliflerin maruz kaldıkları kötü muamele, onların suçlu olmasındandır, muhtemelen de yabancı devletlerle iş birliği içindedirler. Dolayısıyla yasal hakları ve adil yargılama istekleri olamaz. Olağanüstü Hal Yasaları, Terörizm Yasaları bu sonucu garanti eder. Ortaya çıkan sevimsiz tablo, demokrasinin zayıfladığının göstergesidir.
SİYASAL MERKEZİN DAĞILMASI
Demokrasinin zayıflaması, siyasi merkezin de dağılmasına yol açar. Merkezin dağılması, demokrasinin dayanıklılığı ile ilgilidir. Bu da onun kurumlarının ve ilkelerinin sağlamlığına, aşırılıkları ve keyfiliği önleyecek denetleme ve denge mekanizmalarının mevcudiyetine, bunların yaygın kabul görmesine ve yurttaşların onlara güvenmesine bağlıdır. Sisteme güven, demokrasiyi koruyan kalkandır. Sisteme ve onun kurumlarına değil, kısa sürede iyilik yaratacak ve çözüm üretecek “güçlü” bir lidere inanmak, demokratik bir refleks değildir.
Sisteme güven olmadan, fırsatçı ve kestirmeci önderler (demagoglar demek daha doğru), tutamayacakları vaatlerle ve ürettikleri yapay korkularla kitleleri etkileyebilirler. Onlara aceleci ve yanlış kararlar aldırabilirler: Otoriter yasaları destekletebilirler, aşırı harcamaları ve savaş kararlarını onaylatabilirler.
Demokrasi ancak, kurum ve ilkelerine güven duyulduğu ve halkın korkutulmadığı şartlarda yaşar. Bunun için tüm yurttaş kümelerini içeren bir katılımcılık, diyalog zeminlerinin varlığı ve hayallere değil gerçeklere dayanan kamu politikaları gerekir.
Sisteme güven duyulması demokrasinin ruhudur. Bu da ortak konularda diyalog kanallarının açık olması, yurttaşların yerel ve ulusal düzeyde kararlara katılması, yani rejimi kendilerinin yapması ile gerçekleşir. Önderin, partinin, hatta hükümetin değil, sistemin/rejimin yandaşı olmak, onu sahiplenmek, onu yaşatmak ve geliştirmek imkanına sahip yurttaşlar aracılığıyla mümkündür. Demokratik merkezin sağlamlığı ancak bu sayede sağlanır.
Yurttaşlar, yetenekli, becerikli ve güçlü olduğuna inandıkları popülist önderleri seçebilir (D.Trump örneği); fakat onlar bir süre sonra anti-demokratik müdahaleleriyle rejimin aksamasına yol açabilirler. Sistem katılımcılık, temsiliyet, hesap verilebilirlik, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, bireysel v e azınlık haklarına saygı konusundaki kurum ve kurallarını koruyabilirse demokrasiyi de koruyabilir. ABD’de böyle oldu.
RADİKALLEŞMEYE GİDEN YOL
Uzlaşma kanallarının tıkanması, anlaşma zeminin kaybolması, radikalleşmenin uç vermesine neden olur. Makulde buluşamayan insanlar kendi isteklerini zorla kabul ettirmeye meyledebilirler.
Ülkeler, terörizmin artık uzak ülkelerden değil, ülkenin kendi içinden çıktığını görebilirler. Sonra bunun nedenlerini ararken radikalleşme gerçeğiyle karşılaşırlar. Pekiyi neden insanlar ve topluluklar radikalleşir?
Araştırmalar, radikalleşmenin altında yaşananlara karşı derin hoşnutsuzluğun yattığını gösteriyor. ‘Kayıp’ duygusu ve haksızlığa uğramış olmak önemli. Yaşanan mağduriyetin giderilemez olduğu anlayışına varılınca artık manikeist (ikili dünya: iyi-kötü; ak-kara) bir algı dünyasına giriliyor. Sonra süreç şöyle işliyor: Bizim gibi olanlar ve düşünenler bir araya gelmeli ve dayanışmalı, yoksa kötülük karşısında tutunamayız. Kötüler, biz “iyiler” tarafından ortadan kaldırılmalı. Bu aşama eylem aşaması ve kuralsız. Duygular, özellikle nefret tarafından yönlendiriliyor.
Eylem aşamasına radikalleşenlerin hepsi geçmez ama radikallere ve radikal eylemlere destek verirler. Artık sadece duygu ve düşüncelerini pekiştirecek kişi, bilgi ve mesajlara açıktırlar. Kendi içlerine kapalı bir topluluk haline gelirler.
Eğer radikalleşme, kişisel ve grup kimliğini İslam üzerinden tanımlayanlar arasında oluyorsa, onlar yabancılaştıkları düzene genellikle cihat açarlar. Cihadın hedefi her şeyden önce maruz kaldıkları haksızlıkların kaynağı olarak gördükleri kendi hükümetleri ve ortak olduklarını düşündükleri yabancı devletlerdir. Aradıkları sosyal adaleti, yine kendilerine göre yorumladıkları İslami öğretide bulurlar. Bu onların dinidir ve var olan resmi ya da yerleşik din kuruluşları da düşmanları arasındadır. Çünkü onlar da haksızlığın bir parçasıdır.
Cihatçılar için din, donmuş bir dünyanın değil, kurulacak daha iyi, daha adil bir düzenin değerlerinin taşıyıcısıdır. Ulus-devlete ve onun tüm dinsel kurumlarına ve yorumlarına karşıdırlar. Ulus-devlet ve onun seküler yapısı, emperyalizmin bir uzantısıdır.
Sözü edilen radikalleşme süreci geriye doğru izlendiğinde, uzlaşmaların gerçekleşebileceği ortak alanın yok olduğu görülür. Ortak alan (siyasi merkez), anlaşmaların olabileceği, karşılıklı tavizlerin verilebileceği, aşırılıkların yumuşatılabileceği, ideolojik kutuplaşmanın, uzlaşmalarla önlenebileceği bir vasattır.
Siyasi merkez ortadan kalktığında veya büzüldüğünde, kutuplaşma ve radikalleşme kaçınılmazdır. Taraflar (aktörler, örgütler ve siyasi partiler) birbirinden uzaklaşır. Siyaset, varoluş nedeninin tersine bir uzlaşma ve ortaklık olgusu olmaktan çıkar; bir çatışma olgusuna dönüşür.
Ayrışan taraflar, rakiplerine karşı bilenirken kendi içlerinde daha türdeş (homojen) hale gelirler. Bu da onların daha partizan, daha katı ve çatışmacı, daha radikal olmasına neden olur. Siyasal aktörlerin aralarındaki mesafe daha fazla açılır.
Ne var ki, başta bu akıntıya kapılan vatandaşlar, çatışma, kutuplaşma ve bunun doğurduğu gerginlik uzun sürdüğünde kayıplarının büyüklüğü karşısında normalleşme ve makulde buluşmayı isterler. Bu süreçte kazandıklarının, kayıpları yanında görece az olduğunu fark ederler. Hiçbir konuda anlaşma zemini kalmamıştır ama toplum hayatı anlaşmalarla yürür. Yürümezse, ortak bir hayat olmaz. Düş kırıklığı, merkezin tekrar inşa edilmesini zorunlu kılar. Merkezin inşası demek, demokrasinin devre dışı kalan kurumlarının yeniden ayağa kaldırılması; ihmal edilmiş olan ilkelerinin canlandırılması demektir.
İş siyasette başlayan yumuşama ve makulde buluşma süreci, dış politikaya da yansır; yansımak zorundadır. Müdahalecilik, sınır-ötesi operasyonlar, aşırı güvenlikçi dış politika, “normale dönüş” ihtiyacıyla yumuşar, keyfilik ve zorbalık alışkanlıkları, merkezin yeniden inşasıyla siyasi tarafların müzakereleriyle kurallara bağlanır.
Kutuplaşmanın ve taraflar arasında mesafenin açık olduğu dönemde sistemin kontrol ve denetleme mekanizmaları işlemez. Yasa-dışı, kural ve ahlak dışı birçok işlem gerçekleşir. Yolsuzluk yaygınlaşır, toplum, hem de kendi yöneticilerince zarara uğratılır çünkü hesap soracak mekanizmalar, kutuplaşma ortamının çekişmelerinde etkisizleşmiştir.
Kutuplaşmanın ve radikalleşmenin diğer bir tahribatı da kadroların kalitesinde görülür. Kamu kurumları ve yerel yönetimlerde görev verilen kişiler, göreve uygun ve layık oldukları için değil, partizan oldukları için seçilir. Görevlerin ve görevlilerin kalitesi düşer. Düştükçe, sistem işlemez olur. Kutuplaşmanın sürdüğü dönemlerde reform çabaları nafiledir.
Sistemin intiharını gören siyasi taraflar eğer yeni bir siyasi merkez oluşturup uzlaşma zemini aramazlarsa sistem kilitlenir ve sistem-dışı arayışlar başlar. Yani otokrasinin, keyfiliğin ve popülizmin bir “son kullanma tarihi” vardır. Alternatif gerçeklik değil ama sağlam bir gerçekçi siyaset merkezi oluşturabilirse bu tarih daha da yakınlaşır.