“Ben cadı değilim.” diyor 17 yaşındaki Ana..
“Bir cadı nasıl olur?” diye soruyor yargılamayı yapan rahip
“Bilmiyorum” diyor kız korkuyla.
“Bilmediğin bir şey olmadığını nereden biliyorsun o zaman?” diyor rahip.
1609 yılında cadılık suçlamasıyla tutuklanan 5 genç kızın hikayesinin anlatıldığı Kurtuluş Ayini adlı filmde geçen bir konuşma, daha doğrusu sorgulama.
Yargılamayı yapan yargıç-rahip zaten kuşku duymuyor kızların cadı olduğundan, üstelik işkenceyle her birine diğerinin cadı olduğuna dair itirafnameler imzalatıyor. Kızlardan biri, Ana, köyün erkekleri denizden dönene kadar rahibi oyalamak için hikayeler anlatmaya başlıyor, sadece kendisinin cadı olduğunu, diğer kızlara büyü yaptığını söyleyerek. Hikayenin sonunu anlatmayayım, güzel film, izlemelisiniz.
İstanbul Sözleşmesinden bir kararname ile çıkılabileceği zannedilen bu günlere gelene kadar, kadınlar artık cadı oldukları için idam edilmiyorlarsa da, potansiyel birer tehlike olarak algılandıkları muhakkak. Salem’de yakılan kızkardeşlerimizin kokusu hala saçlarımızdan yayılıyor, orta çağ ateşlerinin yerini başka cezalandırma yöntemleri aldı, ama sonuçta kadınız. Erkeğin doğal hukuku bütün kadınları “cadı” diye damgaladı çoktan, her birimiz öğrendik bu damgayla yaşamayı; kimimiz kabullenerek, kimimiz direnerek ve övünerek.
Biz cadı olmakla övünecek noktaya geldik ama Cadı yargılamaları olarak bilinen uygulamalar , hukuk tarihi açısından ibretliktir ve pek övünülecek tarafı da yoktur elbette.
O dönemde, cadı oldukları iddiasıyla yargılanıp yakılan ya da asılarak öldürülen kadınların sayısı bilinmiyor. Orta Çağ Avrupası’nın belki de en karanlık yargılamaları bunlar, adına yargılama denebilirse. Bir cadının varlığının hangi delillerle kanıtlandığını (!) gösteren bazı yargılama tekniklerine dair bilgiler ulaşmış bugüne dek. Günümüzde, iddia makamındakiler ve yargıçlar açısından özellikle irdelenmeli diye düşünürüm hep. Biz avukatlar zaten olayın tam da ortasındayız her dönemde.
Haklarını teslim edelim tabii; cadı olarak suçlanan kişiler hemen yakılmıyordu, bir yargılama yapılıyordu dediğim gibi. Deliller değerlendiriliyordu, mesela sanığın herhangi bir yerinde bulunan ben veya doğum lekesi suçun tartışılmaz kanıtıydı, ya da kendi kendine konuşması. Sarah Good adlı bir sanık, bazen kendi kendine Mezmur’u okuduğunu söylese de idamdan kurtulamamıştı örneğin. Birisi, başka birini cadı olarak itham ederse bu tanıklık da kesin delil kabul ediliyordu. İtirafçı ya da gizli tanık müessesesi oldukça gelişmişti o zamanlara.
Cadı olmadığınıza dair her türlü belirti aslında cadı olduğunuzun kanıtıydı; çünkü sizi masum gösterebilen şeytan her şeye kadirdi. İtham edildiğiniz anda zaten suçluydunuz, suçlu olmasanız neden itham edilesiniz? İtiraf ederseniz işkencelere dayanamayarak ve hatta pişman olup Tanrı’nın temsilcilerinin önünde diz çökerseniz yine suçluydunuz, çünkü şeytan sizi kullanarak onları kandırmak istiyordu.
Peki bu kadar korkunç bir vahşet yaşanırken toplum ne durumdaydı? Cadı avının bariz bir şehvetle yapıldığı o dönemde, yargılamaların bu denli dehşet verici bir yolda ilerlemesi, insanları korkutuyor, bu yargılamaları bırakın eleştirmeyi, desteklememek bile suç sayılabiliyordu. Çünkü, cadı avına karşı çıkmak, cadı olmakla suçlanmak veya aforoz edilmek demekti. Korku genel olarak herkesi teslim almıştı yani.
Çok az sayıda erkek de bu dehşeti yaşadı bu arada. Bakan George Burroughs’un siyasi rakipleri, düşmanları da denebilir, onu büyücülükle suçladı. Cadıların dua okuyamayacağına inanılıyordu, ama okuyabilseler de Şeytan’ın yardımıyla okumuş olabilirlerdi, yani yine suçlu kabul edilmeliydiler. Burroughs, idamı sırasında dua okuyabildi ama 1692’de asılmaktan kurtulamadı elbette. Şeytanın erkek ve siyasi ayağı da vardı yani, zaten kadının siyasette yeri yoktu .
Kısacası, o dönemde cadı olmak çok kolaydı, birisinin cadı olduğunu kanıtlamak da öyle; çünkü deliller sadece iddia makamının kabul ettikleriyle sınırlıydı, savunmanın delilleri ancak onların zaten suçlu olduklarını kanıtlamaya yarıyordu.
Masumiyet karinesi yoktu. İtirafçı ve gizlik tanık ifadeleri bir insanı mahkum etmek için yeterliydi. Adil yargılanma hakkı yargılayanın bakış açısına bağlıydı. Savunma hakkı varmış gibi yapılsa da gerçekte yoktu.
17 yaşındaki güzel Ana gibi, ne olduğunu bilmediğiniz bir şey olmadığınızı kanıtlayamazdınız ayrıca, ne olduğunu kendileri belirledikleri bir şey olduğunuzu kanıtlayacak bir yargı mekanizması yeterliydi.
Dedim ya; herkes aslında neler döndüğünü biliyordu ama yine herkes, bunu açıkça söylemekten çok korkuyordu. Bir haksızlığa karşı çıkmak sizi o haksızlığın mağduru yapabilirdi ve eğer bu karşı çıkış toplumsal bir karşı çıkış değilse, cadı avında bir av olmanız gayet doğaldı. Tek başınıza ne yapabilirdiniz ki?
Bu arada, bir adam , Friedrich Spee, 17. yüzyılda yaşamış ünlü bir Alman hukukçu ve şair, cadı avına, haksız yargılamalara ve işkencelere, insanların toplumsal bir histeriye kapılarak masum insanları vahşice öldürmesine cesaretle itiraz etti yüksek sesle, ve evet tek başına.
“Cautio Criminalis” (Ceza Hukukçuları İçin Ceza Yargılaması) isimli bir kitap yazdı ve bazı sorular sordu Spee.
Ağır cezalık suçlara ilişkin davalar keyfi şekilde yürütülebilir mi?
Cadı davalarında tutuklulara savunma hakkı verilmesi ve avukat tayin
edilmesi gerekir mi?
Cadılık suçundan tutuklananlar peşin olarak suçlu kabul edilebilir mi?
Sanığın işkence altında acıdan kurtulmak için yaptığı itiraflar geçerli kabul edilebilir mi?
Kesin ve somut delille desteklenmeyen cadılık suçlaması ne kadar geçerlidir?
Afaroz edilmeyi, hapsedilmeyi ve hatta öldürülmeyi göze alan, adil yargılanma hakkı için cesaretle sesini yükselten bir hukukçunun Orta Çağ’da sorduğu bu sorular, sorulması bile tuhaf sorular gibi geliyor değil mi?
Peki, masumiyet karinesi ve kanunilik ilkesinin yok sayılması insanların bir zamanlar suç olmayan eylemleri hatta eylemsizlikleri yüzünden yargılanmaları, kavramların ters yüz edilmesi, birilerinin orta yerde dolaşıp kendisi gibi olmayan herkesi terörist-hain ilan etmesi, geçerliliği sorgulanmayan iddia makamı delilleri, yok sayılan savunma makamı delilleri, tartışmasız doğru sayılan gizli ve itirafçı tanık ifadeleri, adil yargılama ihlalleri, siyasetin korku filmlerindeki ürpertici bir sis gibi üstüne çöktüğü hukukun görünmez olduğu bir karanlıkta yapılan yargılamalar ve yıllardır hapiste olan insanlar da tuhaf geliyor mu?
Peki, bu haksızlıklara ses çıkarabildiklerini sandıklarımızın bile, haksızlıklar karşısındaki seçkinci tavırlarının sırıttığı, ahlak dışı sözde muhalif ve demokrat soytarılık karşısında, 400 yıl önce yaşamış bir hukukçunun sahici cesareti kimseyi utandırıyor mu?