Hayal kurmak güzel ve besleyicidir, hatta hayatın inşasıdır.
Bu kadar iddialı cümle kurmakta haksız değilim, söylediklerimin arka planı güçlü. İnsan mümkün olmayacağını düşündüğü şeylerin hayalini kur(a)maz; zihin, inançsız hayali desteklemez. Hayal kurarken çağırdığımız şeyler, inancımız ne kadar güçlüyse o kadar çabuk gelir hayatımıza.
Konu son yıllarda etraflıca ele alınmaya başlandıysa da, insan varlığında gizlenmiş güçlerin hayal kurmayla aktif olduğu sır değildir.
Hayal kurmayı çocukça bir etkinlik olarak kodlayıp ‘insanı hayatın gerçeklerine’ yönlendirenler, belki de çocuksuluğun hayatın en sahici dinamiği olduğunu fark edemeyenlerdir. Veya insanın kendisine duyduğu inançtaki büyüden haberi olmayanlar. Bunun üzerinde durmuyorum.
Ne var ki ‘hayal’ dediğimiz şey hep rüyalar ülkesinde süslenen güzelliklerden beslenmez, zihnimiz aydınlık ve karanlık yönleriyle birlikte çalışır ve hayatı bütünsel olarak aktive eder. Başka bir deyişle, hayal kurmadaki güç karanlık senaryoları hayata geçirmekte de aktiftir.
Bunun somut bir örneğini paylaşmak istiyorum bu haftaki yazımda.
Danışanım uzun yıllardır hayatın dar, karanlık ve dağdağalı yollarında yürümeye çalışan, gündelik yaşamına iğneli fıçılardan seslenen, karanlığına aydınlık arayan genç bir kadın. Bu bilgileri onun hayat hikâyesi sunuyor bana. Birkaç haftadır onu anlamaya, konuyu sağlıklı şekilde analiz edip danışanımın elinden tutabileceğim bir girizgâh bulmaya çalışıyorum hep yaptığım gibi.
Görüşmenin sonuna doğru “Sizinle bir hâlimi paylaşmak istiyorum hocam.” dedi. “Ben hep hayal kuruyorum ama zannettiğiniz gibi güzel gelecek hayalleri değil bunlar. Kötü ve karanlık hayaller… Zihnime geliveren karanlık düşünceleri hayalimde öyle ayrıntılandırıyorum, olayı öyle kuruyorum ki olayın her anını giydiğim kıyafete, etraftaki eşyalara kadar an be an planlayarak adeta yaşıyorum. Sadece zihinsel olarak değil, duygusal ve duyumsal olarak da yaşıyorum hayalimi; anın kokusunu hissedecek, olayın gerçekliğine dokunacak kadar hem de.”
İtiraf etmeliyim genç kadının karşısında donup kaldım, devam etti: “Mesela bir gün oğlumla birlikte merdivenden iniyorduk, görünüşte hiç sorun yoktu. Fakat bir anda ne olduysa oldu, hayalim hemen kurguya başladı: Oğlum daha aşağı inmeden şu basamakta merdivenden düşecek ve ayağından yaralanacak(tı)… Oğlumun merdivenden düşüşünü o anda çıkardığı sese kadar duydum hayalimde.”
Başka bir olay: “Mutfakta iş yapıyorum, elimde de şişe var. Yine bir anda kurgulamaya başladım: Bir yere çarpacağım, şişe kırılacak ve ben yaralanacağım… Hocam akacak olan kanın kokusuna kadar hissettim hayali… Biliyor musunuz, bunların hepsi oldu. Oğlum hayal ettiğim basamakta merdivenden düştü, ayağından yaralandı. Kolumu cam kesti, acile kaldırıldım, doktor bulamadık ve o kadar çok kan kaybettim ki…”
“Evliliğimde yaşadığım mutsuzlukta çıkış yolu bulamayıp “Bu dertle bir gün kanser olacağım!” derdim, lafımın gideceği yeri düşünmeden umarsızca söylenirdim. Şimdi kanserden kurtulmak için şifa arıyorum.”
Onu dikkatle dinlerken ürpermekten kendimi alamadım: Bu nasıl içten bir çağrıydı ki, karanlık samimiyetin çağrısına kapılmakta hiç nazlanmıyor, genç kadının semasında beliriveriyordu. Çocukluğundan beri böyle yaşamaya alışmıştı, acıların kadınıydı bu anlamda.
“Neden bu kadar mutsuz olmak istiyorsunuz” dedim, “mutluluğun nesi var?”
“Mutsuz olmak istemiyorum” dedi, “sadece hayal kuruyorum ve hayallerim gerçek oluyor…”
Bana sorarsanız hayal ettiği acılardan besleniyor, bu yolla mutlu oluyordu. Mutluluğa ulaşmak için acılı bir kadın olarak temayüz etmeyi seçmiş ve seçtiği hayatı ilmek ilmek dokumaktaydı. Daha sonra tersine gibi görünen ancak seçtiği mutluluğa hizmet eden bir eyleme yönelmekte, kurduğu hayallerin isinden pisinden temizlenmek için uğraşmaktaydı.
Bu kadar göz önündeki bir konuyu fazla kelimeyle bulandırmaya gerek yok.
Kendi hayatıma çağırdığım hayallerimin bir kısmından söz ederek meramımı ifade etmek istiyorum bu yazımda.
Çoluk çocuk annesi, gepgenç bir kadın olarak alevli bir evde üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladığımda, bırakın dershaneye gitmeyi kitap alacak param bile yoktu. Mahalledeki gençlerden topladığım kitaplardaki kurşun kalem karalamalarını silmek epeyce zamanımı alıyordu ama onları mutlulukla siliyordum, çünkü ders çalışacak kitap bulmuştum. Küçük kızımı emzirirken, ayağımda sallarken hatta ocak başında yemek karıştırırken… Bulduğum her boşlukta ders notlarımı tekrar ediyordum; mutluydum, en sıkışık pozisyonlarda dahi okuduğumu anlayabiliyordum.
Üniversiteyi kazanabileceğimle ilgili en ufak şüphem yoktu, çünkü inandığım Allah “İlmi isteyene, zenginliği istediğime veririm.” demişti. Üstelik söz sultanlarından birinin “Vermek istemeseydi istemeyi verir miydi?” sözü kalp levhamın en mutena köşesinde asılıydı. Allah vaadinden dönmeyeceğine göre bana ilmin peşine düşmek; ısrarla, inançla, durmadan çalışmak kalıyordu. Bu, gündelik yaşamımda bulduğum her anı hiç ıskalamadan değerlendirmek anlamına geliyordu.
Her şeyi öğrenmeye çalışmadım, bunun mümkün olmadığını biliyordum. Hedeflediğim şey, bana verilen hayat fırsatını en üst düzeyde değerlendirmekti. Bunu yapabilirsem sınavda bildiklerimden çıkacaktı. Öyle oldu; sınavda bildiklerimden çıktı ve Türkiye sıralamasında yüzde beşlik dilime girdim.
İnanılmaz gibi görünen zorluklar içinde üniversite sınavına hazırlanırken, bölümü dereceyle bitireceğimi ve doktora programında çalışacağım konuyu hayal ediyordum. Hepsi oldu; bölümü ikincilikle bitirdim ve lisans eğitimi sonrasında çok kıymetli çalışmalar yaptım, çalışmalarıma hâlâ devam ediyorum.
Şimdilerde ise kendimi kürenin üstünden dünyaya seslenirken hayal ediyorum. Odama tıkılıp kalmış gibi göründüğüme bakmayınız, uzun zamandır kürenin üstünde yaşıyorum ben.
Diyeceklerim bu kadar.
Bu dediklerimden sonra “Aydınlık hayallerinizle dünyanın karanlığına meydan okuyun!” dememe gerek var mı?
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”