İnsan Hakları Eylem Planı’nın açıklandığı gün Silivri 9 No’lu cezaevindeydim.
Sayın Adalet Bakanımız “Bu eylem planı İstiklal Caddesinde bile hissedilecek” deyince, “Orada hissediliyorsa, Silivri’de yer yerinden oynar. “diye de pek keyifliydim.
Yoldayken, “ifade özgürlüğünün geldiğini, eleştirinin suç olmadığını” da öğrenince hele, açtım Sezen’in sesini sonuna kadar:
“Bana sakın anlatmayın, inanmıyorum
bu ezbere bu demode cümlelere,
Beni ikna edemiyor hiçbir cevap,
hiç aldırmıyorum bu gülmelere
Karşıyım her şeye karşıyım var mı?
Rabbim adaletin bu kadar mı?
Hadi versinler hadi cezamı razıyım
Hür doğdum hür öleceğim
Ya efendisi olacağım kendi hayatımın
Ya bu yerden gideceğim” *
Üstelik, o gün çok özel bir gündü; üç yazısı nedeniyle “senin örgütle mörgütle alakan yok biliyoruz, ama kesin bir şey yapmışsındır, kim bilir ne yapmışsındır?” maddesinden, duruşmalarda uslu durmadığı, “Siz beni hapisle korkutamazsınız, asıl ben sizi yargılıyorum” şeklindeki beyanlarla muhakemenin ve genel olarak memleketin ayarını bozduğu için de en üst sınırdan 10.5 yıl ceza almış olan Ahmet Altan’ın hapisteki 5. doğum gününü kutluyorduk. Bu ceza az geldiği için, şu ünlü hakimin verdiği “Burada bir propaganda var demem lazım ama acaba hangisinden var? Size de bir örgüt yakışmaz, o nedenle iki örgütten birden veriyorum” cezasından bahsetmiyorum bile, zaten kimse bahsetmiyor. Bir de “Biz bir savaş planı kaybettik, ama nerede bilmiyoruz, mutlaka Ahmet Altan kaybetmiştir, ona sorun” şikayetiyle açılmış olan tuhaf bir davanın da aynı hafta duruşması olunca; “ Bugünü boş yere seçmediler herhalde, doğum günü nedeniyle subliminal mesaj veriyor evren bize, kesin süper bir şeyler olacak.” diye içimden de geçiriyorum bir yandan. “Subliminal mesaj”dan, subliminal mesaj icat etmeyin bu arada, lafın gelişi.
Uzun uzun oturduk kendisiyle, cam duvarlara baktık, arkadaki, öndeki görüş kabinlerini seyrettik, ama hiç bir şey hissetmedik.
Umudumu yitirmedim. Sonuçta Ahmet Bey, insan hakları, hukuk falan olunca eylemi hissetmeye pek uygun bir kişi sayılmaz laf aramızda. Bana kızmasın ama, AİHS’nin 6. maddesinde güvence altına alınmış olan, kişinin makul sürede yargıya erişimi hakkı nedeniyle herkeslere ihlal kararları veren AİHM bile 4 senedir dosyayı nereye saklayacağını bilemiyor sonuçta. “Canım, bağlantılı dosya dediğin Mehmet Altan dosyasında ihlal kararı vermedin mi sen, daha neyi inceliyor, ne bekliyorsun?” diye sorunca da hiç üstüne alınmıyor. Küstü mü ne?
Dedim ya; hala umutluyum ben. Çok yetenekli (!) bir itirafçı tanık beyanından başka delil olmayan bir dosyadan, Şikago 7’lisi filmini bile yaya bırakacak bir yargılamanın ardından “Sen avukatsın, nasıl avukatlık yapmaya kalkarsın” suçundan 11 yıl ceza almayı başarmış, ancak cezası Yargıtay tarafından bozulmuş olan meslektaşım Selçuk Kozağaçlı’nın yanına gittim. Bu arada, o filmdeki hakime çok mu sinir oldunuz, hepinizi ÇHD dosyasının duruşmalarına beklerdik. Neyse, eğer insan hakları, hukuk v.s. gelecekse, herhalde mesleki faaliyetleri nedeniyle hapiste olan bir avukatın görüş odasından daha iyi bir yer bulamaz diye düşünüyorum tabii ben o anda. 301 maden işçisinin katledilmesinden sorumlu olanların alayı özgürken, mağdur avukatlarının hapiste olmasının insan hakları ya da hukukla bağdaşmadığını hukuk fakültesine girişte, hemen merdivenlerin başında duran ilk kişiye sorsan söyler çünkü.
Oturduk, oturduk; sağa sola baktık. Yok, hiç bir şey hissetmiyoruz.
Bir yandan da farkındayım aslında; Selçuk dışarıda olsa bugün dışarıda olan bir sürü insan öyle utanmadan dışarıda olamayacağından hapiste olması makul olabilir, ama ona belli etmiyorum. Bir şeyler bizim dışarımızda cereyan ediyor çok belli.
Fakat nasıl azimliyim, anlatamam. Jeton da o sırada düştü; Ben nerelerde arıyordum ki çareyi Osman Kavala dururken? “Gezide aldığın poğaçalarla milyonları doyurmuşsun, demek ki Gezi’yi sen yaptın” suçundan beraat etmiş, “ Gezi’de yoksa da 15 Temmuz’da kesin parmağı vardır, bakın bakalım “ denmiş “Abi, yok adamın ilgisi, yeminle bir şey bulamadık” noktasında tutuklanamamış, ama “Senin ne kadar önemli tanıdıkların var, dünya neden sürekli senden bahsediyor, demek ki casussun sen” şeklinde bir polisiye kurguyla hapiste tutulan; beraat ettiği dosyadaki delillerle açılmış dava gerekçe yapılarak beraat kararı bozulmuş ve hala neden hapiste olduğunu herkesin birbirine sorduğu Osman Kavala’nın yanında da hissetmeyeceksek insan haklarının gelişini, nerede hissedeceğiz değil mi?
Onunla da durduk, durduk, işte oradan buradan lafladık biraz, yok; hissetmiyoruz. Yanımızda “siyasi” olmayan sebeplerle hapiste olanlar var, onlara bakıyoruz; yok hala.
“Acaba bizde mi bir şey var, yoksa Silivri’den mi hissedilmiyor? Ters bir yerde kalıyor demek ki” diye düşüne düşüne çıktım oradan.
Bir yandan servis bekliyor, bir yandan “Acaba Selahattin Demirtaş bir şey hissetmiş midir? diye düşünüyorum o sırada. Yani AİHM 150 sayfa karar vermiş, demiş ki “Bırakın tutuklamayı, yargılamanız hata. Derhal tahliye edin!” Artık, daha da nasıl insan hakları, nasıl hukuk? Tamam, Edirne Cezaevi dağ başında ama, havadar yer sonuçta. Orada belki bir titreşim olmuştur en azından diyor insan doğal olarak.
Tam direksiyonu Edirne yönüne kırıyordum ki aklıma geldi, Selahattin Demirtaş’ın son yazısı; “barış ve demokrasi” diyordu. Dedim ki, “Mümkün değil, daha oraya varmamıştır insan hakları.”
“KHK’lı arkadaşları mı arasam, hapisteki bebekli kadınları mı; ne bileyim öğrencilere mi gidip sorsam; onlar belki hissetmişlerdir” diye düşünürken, bütün çıkışları kaçırmışım.
Sonuçta, İstiklal Caddesine attım kendimi. Bari oturup bir yudum bir şey içeyim de orada bekleyeyim istedim ama her yer kapalı. Esnafı kan ağlarken bırakmak ayıp oldu ama, mecburen eve döndüm, şarkı da dilime takılmış: ”Karşıyım her şeye…”
Dedim ki; “ Hissetmedin ama olsun, ifade özgürlüğü var artık.”
Mutluyum şahsen.