Yeni taşındığım mahallenin arka sokağı pek şenlikli oluyor bazen. Akşamları belli bir saatten sonra çocuklar sokağa çıkıyor, bağırış çağırış bitmiyor. Önce öfkeleniyorum, pencereye koşuyorum; sonra izlemeye başlıyorum onları. Sokaklarda oynayabilen çocukların neşesi, pervasızlığı, sokağa çıkma yasağında devriye gezen polis aracından gülerek bahçelere saklanmalarını giderek eğlenceli bulmaya başladığımı fark ediyorum.
Çocuk dediğin oynar, güler, bağırır, yaramazlık yapar. Büyümekte olan yeğenimi düşünüyorum, neşesini gözlerinde görmenin benim için nasıl da dünyaya bedel olduğunu.
“Susun artık!” diyemiyorum o çocuklara, susturulmuş çocukları hatırlıyorum.
Bu ülke güzel gülen yiğit ve cesur insanları sevmediği gibi, çocukları da sevmiyor. Çocuklar öldürülüyor, çocuklar parçalanıyor, çocuklar tecavüze uğruyor, çocukların bedenleri derin dondurucularda saklanıyor, çocuklar hapislerde ve çocuklar ters kelepçelerle gözaltına alınıyor.
Çocuğunu sevmeyen bir toplum olur mu? Oluyor işte. Analarına babalarına, kimliklerine yüklenmiş bütün günahların bir silindir gibi küçücük bedenleri üstünden geçtiği korkunç bir kadere teslim olmuşlar sanki, ne yapsak durmuyor, ne yapsak bitmiyor.
Uğur Kaymaz, babasının yanında kurşunlandığında kaç kişi hissetti bir çocuk bedeninden yükselen barut ve kan kokusunu? Cemile bir derin dondurucuda annesinin ağıtlarını duyabildi mi ninni gibi? Nurefşan, Meriç’te boğulmadan hemen önce kimin gözlerini gördü en son, çok üşüdü mü, korktu mu çok?
Biz, çocuklarını koruyamamanın bedelini ödediğini fark etmekten bile aciziz! Bugün çok cesur, çok muhalif, çok vatansever bazı tipler, Ceylan Önkol havan topuyla parçalandığında ağızlarını bile açmamışlardı. Üç gün manşet yaptık, dördüncü gün ben manşet atarken, yazı işlerinden birisi “Ahmet Bey, uğraşmayın, ses çıkmıyor.” dedi. “Çıkartacağım” dedim. Bir çocuk havan topuyla parçalandığında ses çıkartacaksın!” diye anlatmıştı o günleri Ahmet Altan.
Bugün hala Taraf gazetesi üstünden kırk tane yalan söyleyip, o yalanlar üstünde tepinenler, kendileri çalıp kendileri oynadıkları kanallarda “gazetecilik dersi” verdiklerini zannedip birbirlerini oyalayan korkaklar neredeydiler o gün?
Ceylan Kürt kızıydı, o muydu mesele?
Asker iktidardaydı, yoksa o muydu?
Cesaret nereye kadar ve kime kadar var bu memlekette?
Herkesin sevmediğine “terörist” dediği yerde, yüzlerce bebek-çocuk cezaevlerinde yıllardır. Orada büyüyenler ve henüz dışarısı ne demek bilmeyenler var. 23 Nisan’da Atatürk posterli tişörtler giydirdikleri çocuklarını Anıtkabir’e götürüp, fotoğraflarını paylaşarak nasıl da çocuklara önem veren bir ülke olduğumuzu anlatanların aklına bile gelmedi hiçbiri.
Anne baba tutuklu çocuklar değil sadece hastanelerde can çekişen, bir toplumun vicdanı; bir toplumun ahlakı!
Ama durun bir dakika; onların anne ve babalarına uygulanan “hukuk” size denk geldiğinde bile rahatsız oluyordunuz değil mi siz? Siz, bu ülkenin tek ve en gerçek sahipleri olduğundan kuşku duymayan ari ırk! Nasıl olur da kendinize ait bir hukukunuz olmaz, değil mi?
Bu ülkenin muhalifleri (!) olmasa bu kadar çok hukuksuzluk olmayacağından zerre kadar kuşku duymuyorum, defalarca söyledim.
Konu hukuk olunca tuhaf işlere de aşina olduk artık. İnsan Haklarının bir Eylem Planı, planın da bir takvimi var, düşünün. Genelgelerle düzenlenmeye çalışılan bir hayatımız var, marketten ne alacağımıza bile onlar karar veriyor, kimin terörist olup olmadığına karar verdikleri gibi.
Kendini muhalif zannedenler de sıra kendilerine gelene kadar bu değirmene su taşımaya bayılıyor. “Değirmen kafana yıkılacak!” dendiğinde de dönüp sana bağırıyor, çünkü değirmenin sahibine bağırıyormuş gibi yapmak kolay. Sana bana bağırmak değirmenin arkasında gizli işler çevirmek gerekirse işe de yarar ayrıca.
Bu rezilliğin bedelini çocuklar ödemek zorunda kalmasa, biz aramızda dövüşelim, sizden mi korkacağız? Ama bakın ne oluyor?
Son dönemin teröristlerinden Alparslan Kuytul ve Furkan Vakfından bazı kimseler yine bir sabaha karşı operasyonuyla, camilerden toplanıp, gözaltına alınıyor. Müslümanların müslümanları ötekileştirip, birbirlerinden sırayla mazlumlar ve mağdurlar ve kaçınılmaz olarak zalimler yaratma hikayesini anlamaya benim aklım yetmez; ama tam o sırada, Kuytul’un 14 yaşındaki oğlunun ters kelepçe takılarak gözaltına alındığı görüntüler düşüyor önüme.
Ters kelepçe işkencedir, 14 yaşında bir çocuğa yapıldığında ise dehşet vericidir!
Çocuğun babası ile görülmeye çalışılan hesap her neyse, zerrece önemi kalmamıştır artık.
İşte buna aklım da ahlakım da yeter!
Şimdi bazı laikçi-ulusalcı kimseler şunu diyecek, demişler de zaten: “Peki 14 yaşında çocuğun ne işi var o saatte camide. O çocukların da beyni yıkanıyor, gelecekte onlar da laiklik karşıtı ve cumhuriyet düşmanı olmayacaklar mı?”
Bir çocuk boğulduğunda, “Nurefşan, “Işık saçan” anlamına gelir, “FETÖ’cülerin çocuklarına sık koyulan bir isimdir, uzak durun, Kürt çocukları öldürüldüğünde “büyüyünce terörist olacaklar zaten ” diyebilen, Roboski’de başka çareleri olmadığı için kaçakçılık yapmak zorunda kalan çocuklar bombalandığında katırları hatırlayan, Ermeni bebek ve çocukların öldürülmesine “ama onlar da…” diye başlayan cümleler kuran korkunç ahlaksızlık karşısında “Peki siz çocuklarınıza seçme hakkı tanıyor musunuz fikir dünyalarını şekillendirirken, her sabah varlıklarını Türk varlığına armağan etsinler diye onların önlüklerini giyip eylem yapan ben miyim?” diye sormanın bilmem ki bir faydası var mı?
Arka sokağın çocukları yavaş yavaş çıkmaya başladılar dışarıya. Sesleri, kahkahaları, oyunbaz çığlıkları artacak birazdan. Gürültü olacak biraz ama hala sokakta oynayabilen, gülebilen çocuk sesleri bir süre sonra iyi gelecek bana.
Çocuklarını koruyamayan bir toplumun lanetlenmişliğini belki unutacağım, en azından bir zaman…
Ama çocuklara çocuk demeyi öğrenmedikçe hiç bir şeyin yoluna girmeyeceğini asla unutmayacağım.
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.