Berlin’den dönerken uçakta düşündüğüm şey; yolculuğa başlamadan önceki kadınla, yolculuktan dönen kadının aynı kişi olmadığıydı. ‘Yol terbiye eder.’ sözünü, zihnimde yaz mevsimi güneşinde berrak bir kaynak suyu kana kana içmenin verdiği tat ile özdeşleştirdim.
Davetsiz misafir fikirlerim, yine başrol oyuncusuydu ve hiç giriş izni almadan beynimin içine hoop diye giriş yaparak raks etmeye başlamıştı ve artık şimdi de bir şiir mırıldanıyordum. “İnancın yüceliğinde buldum seni, bir kavganın güzelliğinde sevdim seni.”
Berlin yolculuğu, tüm seyahatlerim gibi kendimi arama yolculuğuydu.
Hayko Bağdat ile buluştuk. Hayko, kaçışımın kendime olduğunu buluşmamızın ilk anlarında fark etti. Eğer Hayko, Kurtuluş ve ben Beşiktaş çocuğu olarak İstanbul’dan sürgün edilmeseydik, muhtemelen Çiçek Pasajında buluşacaktık. Yiyip içtikten sonra da İnci Profiterol’de tatlılarımızı yiyecektik. Olmadı tabi. Olmazdı da. Onca gönül yüküyle yola çıkmak zorunda kalmıştık ve gurbetteydik artık. Berlin’de Hayko’nun ofisinde koyu bir sohbete başladık.
Hayko dertliydi. İnsanın kendine söyleyebileceği, bir tek kendisiyle paylaşabileceği, derdini sadece kendi özümseyebileceği bir hali vardı. Sanki tüm dünyanın dertlerini bir vantuz gibi çekmişti. Halbuki Hayko’nun ataları yüzyıllardır miras olarak bıraktıkları ‘öteki’ yükünü zaten onun sırtına çoktan yüklemişlerdi. O konuştukça zihnimin karanlık noktaları aydınlanmaya başladı. Ermeni atalarından miras yüzyıllık derdi olan bu zeki adam “yokluğunu” Türk varlığına çoktan armağan etmişti. Kendi derdini sindire sindire kendinden geçmişti. Hayko’nun içine doğru bir göz yaşı seli akıp gidiyordu.
Nereden başlayalım sorusuna; ülkenin batısında olduğunda şiddet olan, zulüm olan şey ülkenin doğusunda yani Kürt illerinde yaşanınca değişmez. Objektif olacaksak, “Biz insanlar, Kürtleri ne vakit düşman görmeye başladık? Neden bu kadar zalim olduk, bizi kim böyle yaptı?” diye sormakla başlayabilirsiniz.
Devlet şiddeti memleketin neresinde olursa olsun devlet şiddetidir. Kürt illerinde yaşayanlar bunu yüzyıllardır biliyor çünkü neredeyse her gün yaşadılar, yaşıyorlar.
Ülkenin batısı bu şiddeti darbe ile yaşadı ve gördü. Aziz vatanın cebren ve hile ile zapt edilememiş tek kalesi zihinlerimizdi. Bir ideolojinin altında toplanmaya ihtiyaç duymadan el ele vermekten konu açtık. Direniş, yüreklerden süzülerek ciğerlere çekilen her bir nefesin, bizi bir kez daha ‘biz’ yaptığı yerde, zihinlerimizdeydi. Söz Hayko’daydı, sigarasından bir nefes çekti ve bu sefer o sordu: Yardımlaşmanın, birlik olmanın, dayanışmanın ne olduğunu öğrendik mi?
Uzun süre susan, usturuplu olmaya çalışan toplum fertlerinin içten dışa patlama yaşamasını, kimsenin konuşmadığı, konuşanın da sopayı yiyip oturduğu süreci; gücün, tahakkümün, rantın, arsızlığın hangi evresini konuşalım? Darbe sonrası, bir araya gelemeyeceklerini sanan insanlar aynı hisleri paylaşanların da sesini duymak için bir araya geldiler, unuttukları dayanışmayı öğrendiler. Zulmü kendinizden menkul görmenizin zamanı ve mekanı darbe ile bitmiştir. Aynı yerden sopa yiyen insanlar duvarları yıktı ve insanlık onuru yüceldi.
Yıllardır görmedik mi Deniz! Kadıköy de UEFA’ya kızan Fenerbahçeliler yürüyor, Taksim de LGBT ve destekçileri onur yürüyüşü yaptı, Diyarbakır’da Kürtler Lice olaylarını protesto etti, Galatasaray Lisesi önünde Anneler her cumartesi buluştu, buluşuyor. Hipodrom da Gazi Koşusu için toplananlar “her yer taksim, her yer direniş” sloganı attı. ODTÜ, Hacettepe vs.. mezuniyet törenlerinde gösteri ve protestolar oldu. Farkında mısın farklı farklı kesimlerden de olsa insanlar sokaklarda ve onca anti demokratik şeye rağmen direniyor. Demokrasimiz ne çok şey kazanıyor!!!!
Memleket sokaklarında yaşanan polis şiddetinin de izleri hala duruyor. Tüm sorulan sorular da orta yerde duruyor. Yüzbinlerin önemli bir kısmının şimdi yanıtlaması gereken başka bir soru var..
Devlet zulmünün doğusu-batısı, Kürdü-Türkü, haklısı-haksızı olmaz. Zulme sessiz kalan, insanlığından olur. Böyle bebeklerin bile zarar gördüğü bir zulümde hala ölenin kimliğine bakıp acı paylaşma hesabı yapıyorsan, kardeşlik safsatalarını kenara bırakıp o çok korktuğumuz bölünmenin aslında çoktan başlamış olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Kim olursa olsun bir insanın devlet kurşunuyla öldürülmesi, işkence görmesi cinayettir, suçtur. Bu zalimliğe kılıf bulmaya çalışmak daha büyük zalimliktir. Tetiği çeken elden farkın kalmaz. Acıyı ulusa göre ayırıyorsan, zulmü ulusa göre ayırıyorsan zalimden farkın kalmaz. Sen de zalimsindir.
Eteklerinde Kürt çocuğu Ceylan’ın kemiklerini toplayan annesinin acısına ortak olmadığınız, onu görmediğiniz için Ali İsmail Eskişehir gibi bir ilde sokak ortasında döve döve öldürüldü. İşkencelere, ölümlere sustuğunuz için başka bir yerde polis birini daha öldürme hakkını kendinde bulacak. Ve o belki bir gün o sizin çocuğunuz olacak…
Bir babanın cezaevinden gelip öldürülen kızının mezarına kapaklanıp ağladığı yerde ben objektif olamıyorum. Siz mezar taşında bunu duymuyor, görmüyor, umursamıyor, bu acıya ortak olmuyorsanız sonra “bu çocuklar neden taş atıyor, molotof atıyor” diye sormayın. İyi ki de objektif olamıyorum.
Gerçekten objektif olmaktan bahsediyorsanız “cezaevleri neden siyaset yapmak isteyen, bu meseleyi demokratik yollarla çözmek isteyen Kürt siyasetçileri ile dolu” diye sormakla başlayabiliriz.
Özgürlük, barış ve dayanışma çağırmakla gelen bir şey değildir. Direnerek gelir. Dayanışma, “askerlerimiz kaçırıldı, binlerce şehidimiz var” deyip acı yarıştırdığınız için olmuyor. Çünkü bu savaş ölmekle bitmeyecek, ki en çok Kürtler öldü ve hala ölüyor. Unutma, gerilla cenazelerinden sonra sizin evleriniz taşlanmıyorsa, az öldükleri ya da evlatlarını sizin evlatlarınızdan daha az sevdikleri için değil; gerçekten barış istedikleri içindir. Yani sizin acınız daha büyük değil onların acısından. onların ki kabullenme.
Kendi yaşadığınız acıya ağlıyor, kendi yaşadığınız zulme başkaldırıyor ve direnmeyi meşru görüyor, fakat başka bir coğrafyadaki zulmü mazur ve haklı görüyorsanız tutarlılık konusunda sakatlanmışsınız demektir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir insan hem ırkçı hem de sosyalist, hem şovenist hem de demokrat olamaz. Hiçbir insan hem dayanışmacı hem duyarsız olamaz.
‘Direniş ruhu’ diye bir şey var ve bu ruh, bizi artık her alanda sarmalayacak.
Berlin yolculuğumdan geriye; zihnimde, ruhumda depremler yaratan bu diyaloglar kaldı.
Bir de doğup büyüdüğümüz topraklarda, ‘ölenin kimliği üzerinden ölümün haklılığına inanan insanların’ yol açtığı yıkımın uzak diyarlardan hissedilen kahredici acısı..
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”