Aslıhan Gençay (@asligencay)
#YAŞAYAMIYORUZ
Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası’nın faiz indirimi kararıyla Türk lirası %24’e yakın değer kaybedince, mevcut durumdan en ağır darbeyi yine geçinemeyenlerle barınamayanlar yedi tabii ki. Belirtelim, bu geçinemeyenler de çeşit çeşit; var olan kriz ortamında eski standardına göre yaşam kalitesi düşenler de var içlerinde, faturalarını dahi ödeyemeyip, sepettekiyle cüzdandakinin hesabı tutmayınca markette aldığı ürünü kasada bırakan da, bütçesiyle yeterli ekmeği dahi alamayıp sürüm sürüm sürünen de. Hâl böyle olunca yaşanan krize bakışları da çeşit çeşit oluyor elbette.
Ne diyorduk; 23 Kasım akşamı artık bıçak kemiği kesmeye başladığından, ülkenin geçinemeyen bazı gençleri, doğrudur politik, yasal oluşumlarda örgütlü veya onlara üye gençleri, krizi protesto edip, hükümete istifa çağırısı yapmak için sokaklara döküldü. Yaptıkları ve yapacakları; protesto yürüyüşleriyle görüşlerini yayma hakkını, yani ifade özgürlüklerini kullanmaktı. Ve fakat ne oldu? Geçinemeyenlerin bazı çeşitleri, halkın çoğunun ekonomik krizin içinde boğulduğunu bilmesine ve hatta yaşamasına rağmen, şimdiye kadar koparmadığı kıyameti, bu gençler ifade özgürlüklerini kullanınca koparıverdi. Güler misin, ağlar mısın?
Olmayan provokatörler
Hani, iktidarın her türlü eleştiriye kendini kapatıp, eleştiren herkesi de “terörist” olarak görmesine, her krizi “Dış mihrakların oyunu, vatan hainlerinin işi.” diye algılamasına artık şaşırmıyoruz da, geçinemeyenlerin bu bazı çeşitleri neden ortalığı “Provokasyona gelmeyelim.” diye kasıp kavurdu peki? Hatta bazıları gençlere, “Provokatörler, iktidara hizmet ediyorlar.” deyip, birbirlerini de uyarıyorlardı: “Aman ha, sokağa çıkmayın.”
Hâlbuki yaşanan kiriz gitgide derinleşirken, onların bu coşkuyla konuştuğunu, bağırdığını, uyarılar yaptığını görmemekteydik hiç. Mevzubahis geçinemeyen çeşitleri, belki de demokrasiyi sadece sandık sanıyor, bizim gibi ülkelerde Anayasa’da yazan demokratik hakların kullanımı için bile koşulları zorlamak ve bedel ödemek gerektiğini görmüyor, göremiyorlardı. İşin bir diğer yanı, genellikle o haklar kazanılırken de onlar bedel ödememişti ki zaten.
Yani Anayasal haklarını kullanan gençler, iktidar ve yandaşlarının gözünde bir anda “terörist, vatan haini” oluverirken, bazı çeşit geçinemeyenler de, muhalif kesim adına onları “provokatör” ilan etti, cürete bakınız siz. Tabii ki tek nedenle açıklanamaz bu tutum, fakat nedeni korku ve o gençleri düşünüp sahiplenmektir demek de safdillik olur. Çünkü sokağa çıkanları azıcık düşünselerdi, onları hedef göstermez, katılmasalar da, en azından sadece susarlardı. Dolayısıyla burada; koyu bir bencillik, mülkiyetçilik, statükoculuk, düzenine, hayatına zeval getirmeme kaygısı ile kendi gibi düşünmeyen ve davranmayanı kategorize edip etiketleme söz konusuydu.
Bu kesimlere ve bireylere hatırlatmak isterim: Hiç kimse Anayasal haklarını ve ifade özgürlüğünü kullanırken, sizden izin almak zorunda değildir kardeşim. Siz eğer kendinizi gördüğünüz kadar demokrat olsaydınız, o çok eleştirdiğiniz iktidarın bakışının benzer bir çeşidini, sokağa çıkanlara reva görmez, etiketlerinizi püskürtmezdiniz.
Sizin sosyal hayatınız daha renksiz geçiyor, site aidatlarınız ve taksi ücretleriniz gün geçtikçe cep yakıyor olabilir elbette ama unutmayın ki, geçinemeyenlerin çoğu gerçekten, kelimenin gerçek anlamıyla doyamıyor, barınamıyor, eğitimini güç bela sürdürüyor, kısaca: YAŞAYAMIYOR. Yani ağırlıklı olarak kendilerini ezen bu sorunlara tepki gösterirken, hâliyle size soracak, sizden izin alacak da değiller. Tabii demokrasi anlayışınız sadece sizin gibi düşünenler ve size benzeyenler için geçerliyse; tez elden kendinizi gözden geçirmeniz gerek ki bir daha bu tarz yanlışlar yapmayasınız.
Tweet’ten tutuklanan mı vardı?
Asıl saldırı ise iktidardan geldi elbette; sokağa çıkanlara polis birçok ilde müdahale etti ve gözaltılar yaşandı. Hemen ertesi gün, 24 Kasım’da ise insanları Anayasal haklarını ve ifade özgürlüklerini kullanmaya teşvik eden, çağrı yapan 271 sosyal medya hesabına “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmekten” soruşturma açıldı. Hani geçenlerde “gazeteci” Cem Küçük, katıldığı bir TV programında kendinden emin bir şekilde “Bu ülkede sadece tweet attığı için tutuklanan yok.” diyordu ya, o da aklımıza düşüverdi bu vesileyle. Geçinemeyenler nasıl çeşit çeşitse, gazeteciler de çeşit çeşit işte. Devleti halk adına denetleme, 4. güç görevi yerine yağ çekmeyi tercih edip, gözüne perde inenlerden geçilmiyor medya.
Evet, iktidara yakın her kesim, gençlere “Vatan haini, devlet düşmanı” diyordu. E tabii; kendi partinizi ve iktidarı vatan, kendi üyelerinizi halk sanırsanız kardeşim, eleştirenleri de “Vatan haini” diye damgalarsınız, doğaldır ama doğru değildir, mesele bu. Devlet düşmanlığına gelirsek, devlet kendini yeterince korurken, sürüm sürüm sürünen ve geçinemeyen halka karşı devletin yanında yer almak da, sizlerin büyük vicdansızlığınız olsun diyelim, eksik kalmasın.
Kabile devleti mi, ifade özgürlüğü mü?
Oysa daha bir gün önce, erken seçim söz konusu olunca Cumhurbaşkanı tekrar “Biz kabile devleti değiliz.” demişti. E hani kabile devleti değildik biz? Kabile devleti değilsek, yine neden sokağa çıkan, ifade özgürlüğünü kullanan gençlere saldırıldı ve tweet atanlara soruşturma açıldı? Ohlar uluslararası hukuktaki ifade özgürlüğü sınırlarına göre davranmış, ne ırkçılık yapmış, ne cinsiyetçilik vb gibi nefret suçu işlemiş, ne de kimseye küfür, hakaret etmişlerdi.
Hatırlatalım: Her bireyin bir görüş sahibi olmaya, bunu yaymaya, mesela hükümeti eleştirmeye hakkı vardır ve mevcut iktidarlar bu eleştiriye, ağır da bulsalar, rahatsız da olsalar, katlanmak zorundadır der insan hakları sözleşmeleri ve uluslararası hukuk mahkemeleri. Kabile devleti olmayan devletlerde bu işler böyle yürür en azından.
Yine ve yeniden soralım o vakit: Ne zaman gelecek bu ülkeye ifade özgürlüğü? Ne zaman ifade özgürlüğünü kullanan insanlar, “Vatan haini, terörist, provokatör” diye damgalanmayacak? Görülüyor ki 23 Kasım akşamı hem iktidar, hem muhalefet bu konuda yine sınıfta kalmıştır. Muhalefetin, şimdilik muhalefette olması, onun her şeyi güzel düşünüp eylediğine, eyleyeceğine delalet etmez. Kendini sorgulamak zor, ötekileştirmekse en kolayıdır işte.
Müslüme’yi kim öldürdü?
Minik Müslüme’yi artık hepimiz tanıyoruz, Mersin’in Gülnar ilçesinde kaybolduktan on gün sonra cesedi bulunan, üç yaşındaki minik güzelim yörük kızını. Evet, yürüyen bir soruşturma, soruşturmaya dairse yayın yasağı var, ayrıca henüz gerçekler tam manasıyla açığa çıkmadı. Öte yandan çok ağır ensest saldırı ve tecavüz iddiaları mevcut.
27 Kasım itibarıyla Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının, Yağal ailesinin 18 yaşından küçük dört çocuğunu devlet korumasına almasına, Müslüme’nin annesini ise kadın konukevine yerleştirmesine bakılırsa, aile evi çok da güvenilir değilmiş demek ki.
Bu dosyanın, gerçeklerin takipçisiyiz, elbet soruşturma bitecek ve tüm yaşananlar tam anlamıyla açığa çıkacak. İşte o vakit, eğer ensest saldırı ve tecavüz vakaları iddia olmaktan çıkar da resmileşirse, yine “Aile kutsaldır.” diyenler olacak mı, çok merak ediyorum.
Bakın hani, ne zaman bir kadın cinayeti işlense veya ensest saldırı vakası açığa çıksa hem medya, hem toplum olayı “cani koca, sapık baba” ekseninde algılıyor. Bir yandan özne, öldürülen, şiddet gören, taciz edilen kadın veya çocuk olmaktan çıkarılıp erkek yapılıyor, mağdur olanlar nesne konumuna indirgeniveriyor; diğer yandan da “kutsal aile” zarar görmesin diye münferit sapıklar ve caniler edebiyatı başlıyor.
Gerçek öyle mi peki? HAYIR! Tüm muhafazakâr yapı, oluşum ve toplumlarda, buna dini kurumlarla aile de dâhil, eleştiriye, denetime, dışa kapalı, şeffaf olmayan her işleyişte, erilliğin merkeze konulduğu her kültürde bu tür saldırılar sıkça yaşanır, failler hep erkek, mağdurlar ise hep kadın ve çocuklardır. Ama tabii “Aile kutsaldır.” ya, bu yüzden kol kırılır yen içinde kalır! Çocukların hakları zaten hiç yoktur, onlar babanın mallarıdır, erkeğin canı sıkılırsa döver de, öldürür de; tecavüz de eder, taciz de. Hem kim tutabilir onu? Dokunulmaz bir kutsallık halesiyle çevrili, yasaların içine sızamadığı bir kurumu kim denetleyebilir? Sadece bu kapsamdaki suçlara verilen cezaların artırılmasıyla, ki elbette artırılsın, denetim ve caydırıcılık sağlanabilir mi? Yine HAYIR!
Kutsallar değil, İstanbul Sözleşmesi yaşatır
Bireyler nasıl kutsal değilse, onların oluşturduğu aileler de kutsal değildir ve hatta içinde birçok karanlık barındırır. Senin ailende yoksa bile, bunu baz alarak ötekinde olmayacağının garantisini asla veremezsin. Çünkü aile reisi konumundaki erilliğin doğası, fazlasıyla sahip olma güdüsü barındırır, karşısındaki kadın da olsa, çocuk da.
Tamam, Müslüme vakası henüz netleşmedi ama dosyanın içinden ensest saldırı ve tecavüz gerçeği çıkıp gözümüze gözümüze sokulursa eğer, lütfen bu defa kimse “sapık dede” diye bağırmasın, olayı münferitleştirmesin de, oturup şu kutsalları, dışa kapalı muhafazakâr yapılarda kadınların ve çocukların hiçbir can güvenliğinin bulunmadığını konuşalım, tartışalım.
Kesin olan şu ki; bize en kutsalların dahi içine girebilecek, onları denetleyebilecek yasalar, kanunlar lazım ilk etapta. Bu şu an için İstanbul Sözleşmesi’dir. İşte bizler, tam da bu yüzden tekrar istiyoruz İstanbul Sözleşmesi’ni, kutsallar konusunu uzun vadede tartışırken, aile kurumunu da denetlemek, kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+ların can güvenliğini sağlamak için.
Yani diyoruz ki; ailenin olmayan kutsallığı değil, İstanbul Sözleşmesi yaşatır!
Not: Ben bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra, Gaziantep’te iki aylık bebeği öldüresiye döven baba Yunus Göç, medya tarafından “cani baba” olarak yansıtıldı. Bebeğin hayati tehlikesi sürüyor. Sanırım ne demek istediğim daha iyi anlaşılmıştır.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”