Ankara, Yüksel Caddesi’nde “İşimizi geri istiyoruz” eylemcilerden Mehmet Dersulu, Armağan Özbaş, Acun Karadağ, Nazan Bozkurt, Mahmut Konuk ve Düzce’de direnişte olan Alev Şahin 22 Ağustos’ta Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği’nce “eylemlerine, hakkında daha önce verilen adli kontrol kararlarına rağmen yoğun bir şekilde devam etmeleri” gerekçesiyle tutuklanmıştı.
Kayseri Bünyan Cezaevinde Alev Şahin ile birlikte tutuklu bulunan Acun Karadağ, ”Her ne kadar sağlık sorunlarım varsa da hayatta kalmak için onurumdan vazgeçecek, boyun eğecek, sessiz kalacak, adaletsizliklerine, haksız tutuklamalarına eyvallah edecek değilim.” dedi.
Hapishanenin siyasi tutsaklar için mücadele alanı olduğunu belirten Karadağ, ” 800 annenin tutsaklığına son vermeden, 800 çocuğun gözlerindeki o büyülü ışığı göremeyeceğiz!” diyerek hapishanelerdeki çocukların durumuna dikkat çekti.
Karadağ, Gazete Davul’a yazdığı mektubunda şunları söyledi:
Hapishane Günlükleri
22 Ağustos 2020’den beri hapishanedeyim. Ben öyle evde oturmaktan sıkılan, gezegen tiplerden değilim. İçsel insanımdır. Ne demek içsel insan? İçine dönük. Kendisini ve dünyayı tanımaya içinden, özünden başlayan insan demektir. İçsel insan; okur yazar, çizer, sorgular. Günlük yazar. Günlükler yine kendini görmek, tanımak içindir. Yıllar sonra günlüklerini okur, döner geçmişiyle bugününü karşılaştırır. İçsel insan, ne kadar geliştiğini – gelişmediğini görür.
HAPİSHANELER BİZİM İÇİN MÜCADELE ALANIDIR
İçsel insan, “canım sıkıldı” sözünün yabancısıdır. Sürekli bir meşgalesi olduğu için, zamanın da mekanın da bir önemi yoktur onun için. Dedim ya içselim diye. Bu nedenle çayım, kitabım, kalemim, kağıdım olduktan sonra; dört duvar, içeriden açmadığın kapılar, 8 adım havalandırma; elde çamaşır, bulaşık, taş, beton, demir, plastik çok da mühim olmuyor. Belki yıllarca kalabilirim. Birçok şairin, yazarın on yıllarca kaldıkları düşünülürse kalınmaz da değil hapishaneler.
Bu halimin, tavrımın büyük bir özgürlük olduğunu düşünüyorum. Siz özgür olunca, düşmanınız, kötü yöneticiler, içlerindeki kin büyük de olsa intikam alamıyorlar sizden. Çünkü hapishane düşünsel ve bedensel olarak ceza olmuyor bu durumda. Hatta dinlenip kendinize zaman ayırdığınız, hayatın hızından okumak isteyip okuyamadığınız kitapları okumak, yazamadıklarınızı yazabilmek fırsatı bulabildiğiniz bir yer oluyor hapishane.
Hapse girmenin bir tek “kötü” tarafı olabilir. O da toplumun sizi suçlu görebilmesi riski. Ancak bilirsiniz, Anadolu insanı “mapus” yattığınıza değil, hangi “suçlamayla” yattığınıza bakar. Siyasi tutsak iseniz saygınlığınız artar, güven kazanırsınız. Öyle ya Anadolu insanı da tun dünya halkları gibi kendine zarar verip vermediği üzerinden ölçer insanın değerini. Kendisini sömürmüş müyüz? Parasını çalmış mıyız? Kızına, oğluna tecavüz etmiş miyiz? Buna bakar. Yani demek o ki siz dürüst ve halktan yana olduğunuz için hapse kapatılmanız halkın gözünde kahramanlar hanesine yazıldığınız anlamına gelir. İktidarın sizi itibarsızlaştırma hamlesi de boşa düşmüş olur. Terörist – merörist yer mi Anadolu insanı? Bu anlamda da içim rahat burada, meğerki haksızlığa öfkem şuramda dursun.
Sokrates, baldıran zehri içerek idam edileceği zaman eşi diyor ki ağlayarak “ah suçsuz yere öldürüyorlar seni!” Sokrates cevap veriyor; “Suçlu olduğum için öldürseler daha mı iyi?” Bir filozofu, semirdikleri düzeni bozuyor diye ölümle “cezalandıran” akılsız yönetici tayfasının adı o saatte unutulmuş, bugüne böylesine güçlü bir motto bırakmış Sokrat’ın adı kalmıştır.
HAPİSHANE SAYISININ ARTMASI İKTİDARIN ÜLKEYİ YÖNETEMEDİĞİNİN RESMİDİR
Tarihte adı olmak neden önemlidir biliyor musunuz? Çünkü toplumun, insanlığın ilerleyişini, gelecekteki huzurunu sağlayacak olan “onların” yaptığı birikimlerdir. Bu anlamda da hapishane ve “cezalandırma” egemenin kaybettiği yerdir tarihsel olarak. Hapishane sayısının bir iki yıl içinde 350’ye varacağı ile övünen AKP iktidarı kaybettiğini, yönetemediğini itiraf etmiş oluyor aslında.
İvo Andriç Drina Köprüsü kitabında, kaybeden iktidarlar ve “ezilenler” için söyle bir tespit yapıyor; “İdare basında olanlar, idare etmek için zor kullanmaya mecbur olanlar, her zaman ölçülü davranmak zorundadırlar. Eğer ihtiraslarına kapılarak ya da düşmanlarınca mecbur edilerek ılımlı davranışların sınırları dışına çıkacak olurlarsa, kaygan bir yola sapmış, böylece düşmelerini hızlandırmış olurlar. Oysa zarar görenler, zekalarını ve çılgınlıklarını istedikleri gibi kullanabilirler. Bu onların sömürenlere karşı kâh “sinsice” kah açıkça kullanabildikleri iki silahtır.” Bu sözleri okuyunca AKP’nin kaygan bir zeminde dibe doğru düşüşünü görebiliyor bütün pervasızlıklarında. Bu anlamda bizleri ayak oyunları ile tutuklatmaları karşısında kollarımı göğsümde kavuşturup bıyık altında gülümseyerek düşüşlerini izleyerek haz duyuyorum, meğerki düşerken, suyumuzu, toprağımızı, yeraltı kaynaklarımızı, işçimizi, emeğimizi kapitalist şirketlere pazarlayarak, memleketimizle koltuklarını takas etmesinler!
SAĞLIK SORUNLARIM OLSA DA HAKSIZLIKLARA, ADALETSİZLİKLERE SESSİZ KALAMAM
Buraya kadar yazdıklarımdan hapishanenin aslında siyasi tutsakların mücadelesinde bir son olmadığını, aksine iktidarın sonunu hazırladığını anlatabilmiş olmalıyım. Eğer yönetebilselerdi açıkça bir “zora” başvurmazlardı çünkü. Sanırım benim için de “yıkıcı” bir hadise olmadığını anlatabilmişimdir. Her ne kadar sağlık sorunlarım varsa da hayatta kalmak için onurumdan vazgeçecek, boyun eğecek, sessiz kalacak, adaletsizliklerine, haksız tutuklamalarına eyvallah edecek değilim.
HAPİSHANEDEKİ HER ŞEYLE BAŞ EDEBİLİRİM YA ÇOCUK SESLERİ…
Hapishanedeki her şeyle baş edebilirim ya çocuk sesleri? Koridorlarda rastladığım çocukların gözleri…? Bir öğretmen, bir anne olarak mutlu, huzurlu çocuk gözü nasıl bakar bilirim. Bunu sadece öğretmenler değil, iyi ebeveynler de bilir. Sanatçılar, aydınlar, emekçiler, bilim insanları da bilir.
Mutlu bir çocuk gözünün ışıltısı, sizi büyüler. Ona baktığınızda içinizdeki enerji, sarılmak isteği ile devindirir sizi. Yalnızca çocuğa dönük hisler değildir bunlar. Mutlu bir çocuğun gözüne bakınca resim yapmak, örgü örmek, fidan dikmek, bir açın karnını doyurmak, şiir yazmak, ekip biçmek falan, yani var etmek ihtiyacı duyarsınız. Öyle ışıklıdır, öyle hayat akar gözlerinden.
Oysa hapishanedeki bir çocuğun gözlerinde, size gülümsüyor olsa bile geleceksizliği görürsünüz! Bakışlarındaki boşluk sizi de boşluğa çeker. Ne acı vardır o gözlerde, ne soru, ne yardım isteği… Yapmış, etmiş, ağlamış, bağırmış, “tepinmiş” sonunda buradan çıkamayacağını anlamış bir yetişkinin bakışları gelip oturmuştur çocuk gözlerine… Sevseniz, hediyeler verseniz, öpseniz de o bakışları değiştiremezsiniz. Çünkü bir yetişkinin sorularına sahip olmadığı gibi, bir yetişkinin cevaplarına da sahip değildir çocuk. Burada aynı şeyleri görüyor olması, sürekli dar bir alanda oluşu da etkilemiyordur çocuğu. Bunu sorgulayacak, karşılaştıracak kadar tanımamıştır dünyayı. Onu biçimlendiren, bakışına o boşluğu yerleştiren annesinin hisleridir. Tutsak ettiğiniz annenin bilinci vardır. Dış dünyayı biliyor, hasretini çekiyor, kapalı kalmanın çaresizliğini hissediyordur annesi. Ne kadar gülse, çocuğuyla oyun da oynasa (ki çoğu tutsak anne, bunalımda olduğu için oynamaz) çocuk annenin yapay tavrıyla değil, hisleriyle biçimlenecektir. Ve bir annenin, 800 annenin tutsaklığına son vermeden, 800 çocuğun gözlerindeki o büyülü ışığı göremeyeceğiz!
“Mahkûm Melahat sordu jandarma Haydar’a
– Çocuk sever misin?
– Sevilmez mi?
Allah’tan büyük Ne var demişler
Çocuk var demiş.
Öyle ya
Çocuk Allah korkusunu bilebilir mi?
Bilemez
Kim kimden korkmazsa, o ondan büyüktür.”
Hadi Allah’tan korkmuyorsunuz diyelim, bu çocuklardan da mı korkmuyorsunuz? Bu çocuklar günü gelir bu acılarının, kaybedilen çocukluklarının acısını çıkarmaz mı bu sistemden? Hapishaneleri artırmak kurtarır mı sizi zulmettiğiniz geleceğin elinden?
*Nazım Hikmet – Memleketimden İnsan Manzaraları