“Atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz. Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi.”
Hrant’ın cümleleri bunlar… Soğuk bir kış günü, kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlama hastalığına yakalanmış, bunu yaşatabilmek için bir düşman arayan, karanlık bir elin sıktığı kurşunla hayata veda eden Hrant Dink, 1915’i mezarlar arasında aramamak gerektiğini sıkça ifade ederdi.
1915, kurgusuyla zulme varan, bir küçük nefret kıvılcımıydı aslında. Ancak nefret, o küçücük kıvılcımı körükledi, o küçük kıvılcım devasa bir ateşe dönüştü.
Önüne çıkanı yakıp kül eden bir ateş. Yüz yıl sonra bile dumanı tüten, insanın bağrını yakan bir ateş. Dağ taş yandı, baharda açan çiçek yandı, sofraya gelen ekmek, o ekmeği bölüşen eller yandı.
***
“Bir gece ansızın gelen” bu felaket, 1894 – 1896 Hamidiye Katliamları, 1909 Adana Katliamı ile başlayan Anadolu’yu Hristiyanlardan temizleme sürecinin doruk noktasıdır aslında.
Rejimin din kardeşleri olan Kürtler, iktidar için “kardeş katline” ferman buyuran Osmanlı’nın ve muadili İttihat Terakki’nin günün birinde dönüp onları da aynı akıbete kurban edeceğini idrak edemediler! O an için onlara kimse dokunamıyordu ve onlar da bunun farkındaydı. Bu ”farkındalığın” verdiği duygu, kimisine azap veriyor kimisini de suça ortak ediyordu.
Koyaklarda pusu kuranlar, dağ yollarını mesken tutup haraç alanlar, el kapısında yurt kuranlar oldu. Ermenilerden kalma evleri, bahçeleri, tarlaları, bir gün önce sofrasına oturdukları komşularının değilmiş gibi, pervasızca talan edenler oldu. Acıma duygusunu yitirenler, zalimleşenler bu nobranlıkla ihya olurken, azap duyanlar biliyordu ki “sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınmaz.”
Mutaassıp dindar insanlar öldürmek için komşularından “Ermeni” dileniyorlardı, aş ekmek ister gibi hem de… “Ermeni’yi bana ver, onu ben öldürmeliyim. Cennete gideceğim. Bu Ermeni’yi de öldürürsem, benim sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba gir.”
***
Krikor Zohrab… Üç dönem meclis-i mebusan üyeliği yapmış, ünlü bir avukat, edebiyatçı, hukuk profesörüdür. Talat Paşa’nın da yakın arkadaşıdır.
Krikor Zohrab, bir gece İstiklal Caddesinde bir mekânda yemek yemektedir. Bir süre sonra Talat Paşa ve Halil Bey’de gelip katılırlar. Sonrasında olanları düşününce bunun tertipli bir aldatmaca olduğunu anlıyor insan. Gece yarısına kadar vakit öldürüp sohbet ederler. Zohrab Efendi gitmek için ayağa kalktığı sırada Talat Paşa da kalkar ve Zohrab’a yaklaşarak yanağından öper. Zohrab “bu iltifat neden?” diye sorunca, Talat Paşa da “içimden geldi” demişti.
Zohrab, bir anlam veremediği bu davranışı garip karşılaşa da üzerinde durmaz. Gecenin serinliğinde son kez yürüyeceği sokaklarda sakin adımlarla yürüyüp evine giderken, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından 2 Haziran gecesi tevkif edilir.
O gece Erzurum milletvekili, aktivist ve düşünce adamı Varteks Ohannes Serengülyan ile birlikte bilinmezliğin karanlığına doğru uzun bir yolculuğa çıkarıldılar.
Talat Paşa, her iki Ermeni mebusun tutuklama emrini iki gün önce imzalamıştı oysa.
24 Nisan’da İstanbul’da tutuklama haberini duyanlar İstanbul Mebusu Krikor Zohrab’ın evine koşmuşlardı. Zohrab, Sadrazam Said Halim Paşa’yı aramış, ardından Talat Paşa’ya bir mektup yazmıştı. Ancak çabaları sonuç vermemiş, sürgünleri durduramamıştı. Durduramadığı gibi kendisi de aynı akıbete kurban gidecekti.
Kestirilemeyen çileli yolculuk bir aydan fazla sürmüş, bitkin vaziyette Urfa’ya ulaşmışlardı. Fevkalâde bitkindiler.
Zohrab, karısı Klara’ya yolladığı bir mektupta şöyle yazmıştı: “Beni İstanbul’dan Diyarbakır’a yargılamak için gönderenler, yok etmek için gönderiyorlar. Diyarbakır’da korkunç şeyler oluyor. Tanrı bilir, suçsuz olmama rağmen, orayı canlı terk edemeyeceğim.”
19 Temmuz 1915 günü, Urfa sınırlarında yer alan Şeytan Deresi vadisine vardıklarında, etrafları silahlı bir çete tarafından çevrilir. Silahlı çetenin başında Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Çerkez nam Binbaşı Ahmed vardır. Silahlı yardakçıları ve Çerkez Ahmet kafileyi durdururlar ve jandarmalara, tutukluları bırakıp Urfa’ya dönmelerini emrederler.
***
O karanlık akıbeti dilerseniz Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Çerkez Ahmed’den dinleyelim.
Cinayetin nasıl işlendiğini, Çerkez Ahmed’le tutuklu iken görüşen yazar Ahmed Refik şöyle anlatmıştı: “Çerkez Ahmed, Ermeni faciası için mühim bir vesika idi. Bu kanlı hadisenin safahatını bizzat failinden dinlemek istedim.
Çerkez Ahmed’e Vilayet-i Şarkiye’de neler yaptığını sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin üstüne attı, cigarasının dumanlarını karşısına savurdu: ‘Bey birader’, dedi, şu hal namusuma dokunuyor. Ben vatanıma hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve havalisini Kâbe toprağına döndürdüm. Bugün orada bir tek Ermeniye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim: sonra o Talât gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler, beni böyle muhafaza altında getirtsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor!
Çerkez Ahmed’den daha fazla malumat almak istiyordum: Peki, bu Zohrab filan ne oldular?
“Duymadınız mı? Hepsini geberttim.”
Cigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: Halep’ten çıkmışlardı. Yolda rast geldik, derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Vartakes dedi ki: “Peki Ahmed Bey bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller. O senin bileceğin iş değil kerata dedim, bir mavzer kurşunu ile beynini patlattım. Sonra Zohrab’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım. Koca bir taşla kafasını ezdim, ezdim, geberinceye kadar ezdim.”
20 Temmuz’da Zohrab’ın altın saati ve yüzüğü ile kanlı çantası Urfa pazarında satışa çıkmıştı.
Çerkes Ahmed, kötülüğün ve zulmün angaryasına kölelik yapmak dışında hiçbir vasfa sahip değildi. Hayattan anladığı tek şey çektirdiği eziyetin mükâfat görmesi, kanunsuz eylemlerine bir paye biçilmesiydi. Bütün bu kirli işleri utanma duygusu ve vicdan azabına kapılmadan, çekincesiz yapıyordu.
Bu cinayetlerden sonra, İttihat Terakki’nin liderleri Talat Paşa ve Cemal Paşa, ileride kendilerine sorun olabilir endişesiyle Çerkez Ahmed ve tetikçi ortağı Nazım’ı ortadan kaldırmaya karar verirler. Bu vahşi cinayetten hemen sonra ikili İstanbul’a kaçar, ancak yakalanarak yargılanmak üzere Şam’a gönderilirler. Şahsi eşyaları arasında yüzükler, küpeler, mücevherler bulunur. Tüm iltimas telkinlerine karşın Harp Divanı yirmi dört saat içinde iki zanlının idam kararını verir, Zohrab’la Serengülyan’ın katilleri ertesi gün Şam’da asılarak idam edilir.
Çerkez Ahmed’in tetikçilik serüveni 1909’da Serbesti yazarı Hasan Fehmi’yi öldürerek başlar. Bu ilk gazeteci cinayetidir aynı zamanda. Bu ikili bu cinayetten sonra bir daha iflah olmaz, kan dökmeye, cinayet işlemeye devam ederler. 1910’da Sadayı Millet başyazarı Ahmet Samim Beyi, 1911 de ise Şehras Gazetesi başyazarı Zeki Beyi öldürürler.
Bu cinayetten sonra Çerkez Ahmed ile tetikçi ortağı Nazım tutuklanır ve yargılama sonucu mahkûm olur. Lakin tetikçi arayışına çıkan İttihatçılar, hapishanelerdeki ağır suçlardan dolayı uzun yıllar hapis yatması gereken mahkûmları Teskilat-ı Mahsusa’da çalışmaları kaydıyla affederler. Uzun süreli mahpusluk bu minval üzerine kısa sürer, Çerkez Ahmed ile tetikçi arkadaşı Nazım 1913’de serbest bırakılır ve Teskilat-ı Mahsusa emrinde çalışmaya başlar.
***
Tutuklanan Ermeniler Çankırı ve Ayaş’a gönderilir. Bu iki merkez, Anadolu’nun iç kesimlerinde Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgeler olması dolayısıyla özellikle seçilmiştir. Çankırı ve Ayaş’a ulaşan 174 Ermeni hiçbir yargılama yapılmadan öldürülür.
24 Nisan 1915 günü tutuklanan 250 Ermeni aydın, mebus, tiyatrocu, yazar ve sanatçıdan birisi de Gomidas Vartabet’tir. Asıl adı Soğomon Soğomonyan olan Gomidas Vartabed, 1869 tarihinde Kütahya’da doğdu.
Anadolu’da köyleri tek tek gezmiş ve 4000’den fazla Ermenice ve diğer etnik dillerde eseri toplamıştı. Bunları tekrar düzenlemiş ve notaya dökmüştü. Ermeni ve Kürt Müziği üzerine tez yazıp müzikoloji alanında eşsiz çalışmalara imza atmıştır.
Jön Türkler kuşağının önde gelen edebiyatçılarıyla yakın ilişkileri olması dolayısıyla düzenlenen ev toplantılarına sık sık davet edilirdi. Gomidas’ın verdiği konserlere katılanlar ve konuşma yapanlar arasında dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Savaş Bakanı Enver Paşa da vardır. Şehzade Mecid Efendi’nin de Gomidas’ın hayranlarından olduğu, konserlerine katıldığı ve Gomidas’ı saraya davet ettiği bilinmektedir.
Gomidas’ın 1915 yılının Mart ayının sonlarında Türk Ocağı’nda verdiği konserden hemen önce Hamdullah Suphi’nin yaptığı konuşmada Gomidas’tan övgüyle bahsedilir.
Talat Paşa’nın katıldığı bu konserde Hamdullah Suphi şu cümleleri söylemiştir: “Anadolu’nun çocuğu bu Ermeni papaz, uzun çalışmaları sonucunda Ermeni Müziğini kanatlandırmıştır. Rahatından vazgeçip bütün zamanını köyleri tek tek gezerek eserleri toplamaya harcamıştır. Ermeni ulusunun mirasını sergilemiştir.
Bizim din adamlarımızda aynı şeyleri yapmalıdır, Türk ulusunun gelişmesi ve hazinesini keşfi için yürekleriyle çalışmalıdır. Şu bir gerçektir ki Ermeni kültürü bizim kültürümüz karşısında gelişmektedir. Türkiye’ye gider, Anadolu’nun hangi köşesine giderseniz gidin Ermeni yaratıcılığını ve aklını göreceksiniz. Saraya giderseniz göreceksiniz, mimarın Ermeni olduğunu. Ermeni ustaların dünyaca ünlü yüzüklerini göreceksiniz Van’dan. Geliştirdikleri Tıp okullarını ve yazarlarının yazdığı kitaplar ve bilim alanındaki kitapların hepsi Ermenilerin.
Bunlar asırlardır birlikte yaşadığımız insanlardır.
Bu konuşmadan sonra Gomidas piyanosunun başına geçer ve sonunda ayakta alkışlanır Genç Türkler ve İttihatçılar tarafından. Salonda ise şu cümle yankılanır. “Tanrı şeytanın gözlerinden korusun Gomidas’ı.”
Tanrı, şeytanın gözlerinden korumadı Gomidas’ı!
Diğer tutuklulara kıyasla çok kısa sayılabilecek, 15 günlük sürgün Gomidas’ın hayatını derinden etkiler. Gomidas, gördükleri karşısında kendisini toparlayamaz ve çıldırır. Hayatının son 18 yılını insanlarla konuşmadan, sessiz sedasız geçirir.
***
Teşkilat-ı Mahsusa yöneticisi Bahaettin Şakir’in Adana Delegesi Cemal Bey’e yazdığı mektuplarda, 1915 yılının kötülüğün sıradanlaşmasının tarihi olduğunu, Ermeniler’in nasıl topyekûn muhasara altına alındığını apaçık göstermektedir.
3 Mart 1915 tarihli mektubunda şu ifadeler yer almaktadır: “Cemiyet, vatanı bu lanetlenmiş kavmin [Ermenilerin] ihtirasından kurtarmaya ve bu konuda Osmanlı tarihine sürülecek lekenin sorumluluğunu milli onura sahip omuzlarına almaya karar vermiştir. Birbiri ardı sıra gelen intikam duygusu ile ağzına kadar dolu, uğursuz ve acı geçmişi unutamayan cemiyet, gelecekten ümitli olarak Türkiye’de yaşayan bütün Ermenileri, bir tanesi kalmayıncaya kadar mahvetmeye karar, bu hususta da hükümete geniş yetki vermiştir. Hükümet, katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda, vali ve ordu kumandanlarına gerekli izahatı verecektir. İttihat ve Terakki’nin bütün delegeleri bulundukları yerlerde bu konunun takibiyle ilgilenecek, hiçbir Ermeni’nin korunmasına ve yardım görmesine meydan vermeyeceklerdir.”
Devamında bir tür mitomanik savrulmayla şu cümleleri kaleme alacaktı: Emin olunuz ki bu tedbirlerin korkunç olmasından biz de üzgünüz. Fakat cemiyet varlık göstermek için bundan başka çare göremiyor.
Bitirirken sözü üstad Yaşar Kemal’e bırakıyor, bugün bile derinlerde sancıyan köklerimin aziz hatıralarına, yaşayanların yüreğindeki sevgi kıvılcımına, o eşsiz yalıma sığınıyorum; acılarını duyumsamak, kederlerine ortak olmak için.
“Kadınlarını ayrı aldılar, çocuklarını ateşe attılar, yalvarıyorlardı; çocuklarımızı yakmayın, onlara dokunmayın biz Müslüman olacağız.”
Kaynak:
Agos Gazetesi
Ayşe Hür – Tarihçi
Taner Akçam – Tarihçi
Agop J. Hacikyan – Güneş o yaz hiç doğmadı
Yaşar Kemal