Hiçbirimiz yaşlanmak ve yaşlılık özelliklerini taşımak istemeyiz. Biyolojik yaşından az göstermek herkes için memnuniyet vericidir. Bu, hayata tutunmanın ve ölüme uzaklığın yanında kabul görme ve revaçta olma ihtiyacıyla da ilişkili olmalı.
Zaman, gezegenimize ait tartışmalı bir kavram. Sonsuzluğu hissedemeyeşimiz zamanla kısıtlanmış bir evrende oluşumuzdan herhalde. Kararımız dışında fırlatıldığımız şu dünyada vaktimiz dolduğunda, başka bir enerji boyutuna geçecek ve orada varlığımızı sürdüreceğiz.
Bizi bekleyen enerji boyutunun nasıllığına ilişkin cevabım yok. Ancak beni asıl düşündüren, yaşadığımız dünyada zamanın hükmüne nasıl karşılık verdiğimiz ve zamana nasıl hükmedebileceğimiz.
Fizik ötesine dair kabiliyetlerden ve oluştan bahsetmiyorum elbette. Hayat, zaman ve yaş üçgeninin insan zihninde inşa edildiğini ve bedeni de şekillendirdiğini düşünüyorum.
İnsan beyninin aptal bir makina olduğunu söyleyenlere bilimsel bir itirazım veya katkım olamaz. Fakat insan yaşantısının duygu, düşünce ve inanç bağlamındaki zihinsel inşa ile şekillendiğini düşünüyorum. Yaygın söylenişiyle, neye inanıyor ve neyi istiyorsak onu yaşıyoruz.
“İstediğim şeylere bir türlü ulaşamadım, bu iddialar kişisel gelişim sektörünün uydurduğu kapitalist yalanlardır.” diyenleri duyar gibiyim. Bunda haklılık payı var mıdır bilemem, düşüncelerimde yer bulmaması yanlış olduğu anlamına gelmez elbette. Fakat şunu biliyorum: Hayatta istediğimizi iddia ettiğimiz pek çok şeyi aslında istemiyoruzdur.
İnsan hayatında istemenin beklendiği durumlar vardır, istenmezse olmayan. Mesela mutlu olmak gibi… Mutlu olmayı kim istemez ki? Zengin olmayı, en azından refah içinde yaşamayı istemeyenimiz var mıdır?
Halbuki yaşadığı çileli hayatın uyandırdığı acıma duygusundan beslenen ve mutsuzluğu çağıranlar, tahmin edilenden çok daha fazladır. Sorunları çözülebilen bir hayatta gülen bir yüzle yaşamak kimileri için büyük kayıptır. Çünkü çözülemeyecek sorunlarla yaşanan bir hayat, sosyal aktöre farklı bir yücelik de katar.
Mutsuz bir hayat algısı insan zihinlerine çabucak yerleştirilebilir. Zamanın birinde, bir yakınımın borçlarını ödeme hayalini kurarken buluvermiştim kendimi. Ahh param olsa, onun borçlarını ödesem ve onu bu sıkıntıdan kurtarsam…
Sonra bir uyanış anında fark ettiğim şey şuydu: Borçlarından yakınan kişinin maaşı, evi ve arabası vardı, bunların hiçbiri bende yoktu. Muhatabım tarafından içine sokulduğum hipnoz öyle güçlüydü ki, borçlarından yakınırken bu karşılaştırmayı yapmaya yeltenmemiştim bile.
Parasızlıktan yakınan kişilerin çoğu zaman zengin olmaktan korktukları, aslında zengin olmayı istemedikleri de bilinir. Çok parayı istemezler, çünkü hayatlarının bir anında bolca gelen para düzenlerini alt üst etmiştir. Bu alt üst oluş çocuklukta veya sonrasında deneyimlenmiş olabilir. Hiç kimse hayatını alt üst eden şeyleri istemez. Bu, zenginlik bile olsa.
“Bu örneklerin zamana hükmetmeyle ne ilgisi olabilir?” demeyiniz, vardır. Demem o ki, insan nasıl düşünürse öyle yaşar ve yaratır. İnsan muhteşem bir yaratıcıdır, hayal dünyasındaki kurgular canlandırılmayı bekleyen haritalardır. “Düşünüyorum, o halde varım.” demişti Descartes. Biz de “Düşündüğümüz her şey vardır.” diyebiliriz rahatlıkla. Çünkü varlık alanına çıkamayacak şeyler düşüncenin konusu olamaz.
İşte yaşam rutininde zamanın bizi pörsüteceğine ilişkin inancımızla pörsür ve yaşlanırız. Yaşlanmak ve pörsümek üzerine günler süren tartışmalar yapabiliriz. Fakat bu yazı bağlamında yaşlanmayı “gücün ve enerjinin, güzelliğin ve dirimin, zihinsel ve bedensel aktivasyonun, belki de en önemlisi üretme arzusunun azalması” olarak betimleyebiliriz.
İnsan varlığındaki bu kayıplar dünya gezegeninde daha fazla yaşamayla bağlantılı değildir. İnsan, zihinsel inşası ve ruhsal dinamizmiyle farklı farklı yaratımlar yapar kendi hayatında. Mesela henüz yirmi beş, hatta yirmi iki yaşında yaşlananları gördüğüm çoktur. Bu yaşlarda henüz fizyolojik büyüme bile tamamlanmamıştır oysa. Fakat gördüğüm doğrudur; bazı insanlar hayatı algılama ve sorumluluk üstlenme bakımından kendisine haksızlığın en büyüğünü yaparak, nesnel olarak yaşamadığı yılları ruhunda yaşamış ve üstlendiği yüklerle iki büklüm olmuştur.
Doktora yaptığım dönemde, araştırma sorunsalım olan kadınlarla katılımlı gözlem yapmak için başka bir şehre gidiyor, bir kaç günümü bu kadınlarla geçiriyordum. O sıralarda kendisine “teyze” diye hitap ettiğim gönlü bol bir kadının evinde kalıyordum. İyilik sever mihmandarım yılın belli zamanlarında annesini getiriyordu evine. “Teyze” diye hitap ettiğim kadının annesine asla “teyze, nine” gibi kavramlarla hitap edemiyor, “Ayşeciğim!” diye sesleniyordum ona. Başka bir seslenme biçimi ona uymuyor ve içimden gelmiyordu. Bu kadar genç, hayat dolu ve yaratım gücüne sahip bir kadındı. Kızı çoktan yaşlanmıştı; bedeni dirimini belli ölçüde kaybetse de gepgenç bir kadın olarak benimle çıngıraklı kahkahalar atıyordu Ayşe.
Bahsettim şey böyle bir temele dayanıyor.
Bu bağlamda hayatı kendi içine yaptığı yürüyüşlerle besleyen insanların yaşadıkça gençleşeceğini iddia ediyorum. Çünkü kendini bilmek, kendisi dışındaki şeyleri de bilinmesi gereken şekliyle bilmek demektir. Bu bilgi ise insanı kendi hücrelerinden yeniden ve yeniden doğurtan özellikler taşır.
Bu arayışta ve keşifte tetikte yaşayan insanın genç bir cilde sahip olması için bebek cenini yemesine veya estetik operasyonlar geçirmesine gerek yoktur. İnsanın ışıltısı içeriden gelir. Dışarıdan yapılan müdaheleler sadece dışarıya bakanları kandırabilir, hatta onları bile kandıramaz.
Yaşadıkça gençleşen dinamik ruhlar, bedensel görünüşleri nasıl olursa olsun –ki muhteşem görünürler- kendisine bakanlara “Bu işte bir iş var ama ne olduğunu bilemedim.” dedirtir.
Zamana hükmetmekten kastım, kendi varlığına gereken ilgiyi ve merakı yöneltmekten geçen iradi bir oluş hâli anlayacağınız.
Kendini bulma yolunda olan, yolculuğundan asla yorulmayan ve umutsuzluk dergâhına uğramayandır vesselam…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”