Değişim, varlığın doğasına ilişkin en temel özelliklerden biri. Belki de bunun için “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” dedi Heraklatios. Değişim özellikle insan için söz konusu olduğunda, değişenin neye dönüşeceği meçhuldür.
İnsan varlığı belirli mottolara maruz kaldığı bir kültüre doğduğunda, hayatı o mottolar zaviyesinden algılaması kaçınılmazdır. Halbuki hayatın belirlenmiş olandan çok farklı anlamları vardır. Kendi ve yaşadığı hayat üzerine özgür düşünme yetisinin gelişmediği, başka bir deyişle felsefenin ötelendiği toplumlarda, kamplaşmaların ve uzlaşmaz görünen gruplaşmaların olması belki bu yüzden.
İnsan öncelikle bilmediğine düşmandır, dahası bilmediğinden korkar. Bilmediğimizle ilişkili korku, çoğunlukla rivayetler ve söylentiler temelinde gelişir. Kısacık tarihinde iflah olmaz ayrışmalarla telafisi imkânsız acılar yaşayan Türkiye toplumu, belki de özgür düşüncenin harmanladığı aydınlıktan uzak olduğundan, son dönemde tarihinde hiç olmadığı kadar yığınlaştırıldı ve bir toplama dönüştürüldü.
Ülkemizin son yirmi yılına damgasını vuran iktidarın bu başarısı, dini, misli görülmemiş manevralarla araçsallaştırmasında temellenir. Marx, kanın gövdeyi götürdüğü 19. Yüz yıl Avrupasında görmüştü göreceğini ve “Din kalpsiz bir dünyanın kalbi, kitlelerin afyonudur.” demişti. Din afyonunun etkisiyle dünyayı olduğu gibi değil de sunulduğu gibi algılayan dindar Müslüman özne, son dönemde maruz kaldığı vahşet nedeniyle yeniden inşa sürecine girmiştir. Bu inşa, okunup öğrenilenlerden ziyade deneyimlenenlerin ürünüdür.
Sevgili meslektaşım İrfan Özet’in yazdığı İzmir Duvarı’nda okuduğumuz bir örnek etkileyici. 2011-15 yılları arasında Mazlum-DER başkanlığı yapan Jülide Tunakan, radikal dinsel görüş habitusunda bir aktivistken, İslâmcı ideolojiyi öteleyen farklı ideolojilerle bir araya gelişini anlatır kitapta. Asr-ı saadet Müslümanlığının yeniden inşasında temellenen dinsel ideoloji, doksanlı yıllarda modern dünyanın “din dışı” görünen hiçbir oluşumuna vize vermemekte, İslâm dışı olan ötelenmektedir. Tunakan’ın artık eskide kalan bu hâli, değişim ve dönüşümden sonra kurduğu “Hiç aklıma gelmezdi bir gün LGBTİ’leri savunacağım.” cümlesinde görülmektedir. Öteleme aslında karşılıklıdır; İslâm ideolojisinin karşısında duranlar da kendilerinden olmayanı “gerici, yobaz, cumhuriyet düşmanı” olarak kodlamakta bir beis görmemektedir. Her iki tabloda da içinde var olunan ideoloji mottosundan farklı olan “öteki”, başka bir deyişle “düşman” ilan edilmiştir. Bu öylesine keskin bir tavırdır ki, yabancısı olunduğu için tanınmayan ötekiyle ilgili mevcut sunum alıp kabul edilmiş, ötekinin ne’liğine ilişkin en ufak merak dahi gelişmemiştir.
Farklı mahallelerden birbirine parmak sallayan bu insanlar, basit görünen ancak asla basit olmayan (hiçbir şey basit değildir) bir poçu davası hukuksuzluğunda bir araya gelir. Taraflar ilk defa dokundukları ötekinden önce korksalar da çok geçmeden korkulacak bir durum olmadığını anlamışlar ve birbirlerinden öğrenme durumuna evrilmişlerdir.
Bu durum, karanlıktan korkan hepimizin ışığı yaktıktan sonra korkacak bir durum olmadığına uyanışımıza benzer. Aydınlık, bilinmeyen güzellikleri ortaya çıkararak bütün cazibesiyle insan zihinlerini kendisine çekmektedir. Buradaki bilgi ilim tahsil edilerek değil, insanın birbirinin ruhuna ve hayatına dokunmasıyla ortaya çıkması bakımından benzersiz bir kalıcılığa ve etkiye sahiptir. Karşılıklı korkuların aşılmasından sonra, özünde tek amacı memleket sevdası olan farklı renkler müthiş bir gökkuşağı oluşturabilmektedir.
Jülide Tunahan’ın deneyiminin farklı bir versiyonu yaşanmaktadır günümüzde. Kutsal devlet Baba’dan akla hayale gelmeyen bir tokatla karanlık kuyulara atılan KHK’lılar, öncesinde cısss diyerek ötekileştirdikleri kitlelere karıştılar. Bunlar, devletin vahşi özüne erken uyanan ve eylemselliği hayatının mottosu yapan gruplardı. Hayatları boyunca despot devlet gadrine uğradıklarından çok deneyimli olan “sol” kesim de “dindar ötekine” karşı mesafeli ve tanımlayıcıydı. Tarafların kendi yönelimlerini meşrulaştıracak tarihsel argümanları olsa da bugünün zalim dünyasındaki karanlık şartların mağdur özneleriydi hepsi.
Acı öğreticidir, genellikle yaşatarak öğretmeyi tercih eder. Hem savunulan ideolojilerin hem de ötekiyle araya koyulan mesafenin özünü göstermesi bakımından, altı yıla uzanan kuyu deneyimi gerçekten benzersizdi. KHK mezaliminin sivil ölüme terk ettiği ve insanlık dışı bir dünyada yaşamaya maruz bıraktığı kitleler, acıda birleşti bir kez daha.
Fenomenolojik sosyolojinin mottosunu burada anmak yerindedir: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Aslında görünmediği gibi de değildir.
Bu mezalim sürecinin toplumumuzda meydana getirdiği ivme, öğrettikleri ve dönüştürdükleri bakımından tarihsel bir öneme sahiptir. Devlet Baba’nın ve kardeşlerin anne rızasıyla ensestik tecavüzüne maruz kalan muhafazakâr kitle, başka hiçbir olayın öğretemeyeceği bir deneyimin kıskaçları arasında bir yeniden doğuş ve inşa yaşamaktadır. Kitaplardan veya karizmatik dinsel otoritelerden öğrenilen şeyler önemini kaybetmiş, insanın hücrelerine işleyen acı muhataplarına en temel bilginin ilk harfini öğretmiştir: İnsan olmanın dayanılmaz cazibesi.
İnsan olmanın dayanılmaz cazibesi, kapsamlı bir kitabın konusu olmayı hak eder. Ancak içinde var olunan kültürel habitusun iddialarının, takipçilerini “insan olmaya” ulaştırmadığına uyanmak yeni var oluşsal yolculukları zorunlu kılmıştır.
İşte özlenen tablo, işte beklenen yolculuk.
Öncesinde bilinmeyen, öğretilmeyen, dolayısıyla belirlenmemiş bir yolda düşe kalka bir yeniden inşa mümkündür. Biz, bu gerçekliği iliklerimize kadar yaşayan KHK’lı muhteşem özneler olmak bakımından çok şanslıyız vesselam.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”