YaÅŸar Kemal, yarım asırlık hayat arkadaşını ÅŸu sözlerle uÄŸurlamıştı: “Thildacığım, sevgilim. Sana teÅŸekkür ederim. YaÅŸadığımız bu güzel hayat için sana teÅŸekkür ederim sevgilim. Korkma, sakın korkma. Biz namuslu bir hayat sürdük.”
Korkunun üstüne yürüyen bir insanın, hıncahınç sevgi dolu yüreğinden dökülen sözler bunlar. Korkuya yenik düşmüş, sevgiden, şefkatten, güzellikten mahrum insanların idrak edemeyeceği derinlikte sözler.
Yüreğindeki hasreti, yalnızlığın o ele avuca sığmaz yankısını bu şekilde dile getirmişti ışığın destancısı.
“Etrafımızda her ÅŸey silindi. Koskoca, ıpıssız bir dünyada tek başımıza kaldık. Korkunç bir karanlığa düştük. Yuvarlanıyoruz. Bıçak gibi keskin, hissedilir bir yalnızlık duyduk. Ta iliklerimizde duyduk.”
Kendi cümleleri ile YaÅŸar Kemal’i anmak, dolu gözlerle aziz hatırasına bakmak ne garip.
Dağların koyaklarından akıp ovaları dolduran silme karanlıktan, ışık denizinde yüzen heybetli dağlardan, o dağları mesken tutan ekmeksiz fukaralardan bahsetti hep.
Yalıma kesmiş gökyüzünden, için için yanan, yanıp tutuşan yüreklerin feryadından haber verdi.
“Çın çın ötüyor yüreÄŸimin kökünde ÅŸu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı!”
Yalnızlık diyordu boyuna, köpürmüş gelen bulutların yalnızlığından dem vuruyordu.
***
Bazen yalnızlık tanrı gibi gelir bana.
Kalabalıklar içinde bir başına kalmanın yalnızlığı, sevdiğini kaybetmenin yalnızlığı, kaybettiğini özlemenin yalnızlığı, köpürmüş gelen bulutların yalnızlığı.
BoÄŸazımda düğümlenen, yutkunamadığım bir yumru… Ve ışığın destancısını kaybetmenin yalnızlığı.
SoÄŸuk bir kış günü elli yıllık hayat arkadaşı Thilda’yı kaybetti. O gitti, gün hiç ısınmadı artık, kış kıyamet oldu. Aynı soÄŸuk mevsimde YaÅŸar Kemal’i, iyi insan olmanın kimliÄŸini yitirdik.
YaÅŸar Kemal’i yazmak zordur. Sevgi ne kadar mukavim olursa olsun, yükü ağırdır hasretin.
Peki kimdi YaÅŸar Kemal?
Babasının ölümünden sonra yürek ağrısıyla kekeme olmuş, ilkokuldan sonra şiirler, destanlar söyleyerek kekemelikten kurtulmuş biri miydi sadece.
Şüphesiz daha fazlası…
Peki neydi o fazlalık?
YaÅŸar Kemal’i bir küçük yalımdan, göz kamaÅŸtıran ışığa dönüştüren ÅŸey kökleriydi. DeÄŸerlerine baÄŸlılığının yanı sıra her ÅŸeyden bir öz, bir deÄŸer yaratma becerisiydi.
Erken yaşta babasını, bir kaza sonucu gözünü kaybetmenin travmasını ömrünce bir şerha gibi yüreğinde taşıdı. Bu dinmeyen bir ağrıydı, lakin yaşanmışlığın tadı tuzu olmaya da mâni olmadı.
***
“Türklerin en Kürd’ü, Kürdlerin en Türk’ü demiÅŸti onun için Sait Faik.”
Müfrezelerin sardığı derelerde o geçit vermez geceydi Yaşar Kemal. Sakin ve koruyucu gece.
Kana kana içtiğimiz su, o suyun ak köpüklerinde yıkanan çakıl taşlarını sarıp sarmalayan köktü. Pürenlerin, yarpuzların hayata can veren kokusuydu.
Sekerken daldan dala sevinçle şakıyan kuşların, kelebeklerin, kırmızı küçük bedenlerinde top top siyah tonlarıyla uğur böceklerinin, amber kokusu taşıyan berrak kanatlı bal arılarının canıydı.
Dikenli gevenlerin tepesinde usulca salınan nakış nakış pembe çiçeklerin korkuya meydan okuyan küçücük bedenleri, kocaman yürekleriydi.
Buğusu genzi yakan toprağın içinde kımıl kımıl gezinen karıncaların gözlerinde beliren ışıltılı salınıştı.
Gecenin serinliğine, günün sıcağına eşlik eden börtü böceğin sesi soluğuydu.
Zulme isyan o daÄŸlarda, ovalarda, hükûmet destekçisi aÄŸaların, kâhyaların karşısına bir mavzer gibi dikilen Ä°nce Memed’di.
Çukurova’da evi barkı talan edilen Ermeni’ydi, yuva yıkanın yuvası olmaz diye öğüt verirdi. Serhad yöresinde, Diyarbakır ovasında bir garip Kürd, Ege’de Çakırcalı Efe, Orta Anadolu’da fukara bir köylüydü.
***
Karanlığı ışığa kesen ateş gibiydi Yaşar Kemal, yanınca ışığıyla, sönünce varlığıyla göz kamaştırıyordu.
Yokluktan var ettiği dünya; insanın soluğunu kesen kararlılık, bitmek bilmezlik, rengârenk bir canlılık dünyasıydı.
Onun için önemli olan biricik değer sahicilikti, gerçek olanı, yaşanmışlığı birebir yansıtmaktı.
Kaçakçıların hayat hikayesini yazmak için onlara yoldaşlık yapmak, bunu yaparken ölümle burun buruna gelmek başka neyle açıklanabilir!
Beni “mecbur insanlar” ilgilendiriyor dedi hep.
Sivas katliamında sonra, o heybetli sesiyle; insanlığın yüzüne çıkıp bugün ne söyleyeceÄŸiz, utançtan baÅŸka neyimiz kaldı, diyen de… Ya gerçek bir demokrasi ya da hiç, ya gerçek bir demokrasi ya da hiç diyerek elini masaya vuran da oydu.
“Ä°nsanoÄŸlunun en büyük özelliÄŸi onu yaratan korkudur. Ä°nsanoÄŸlunu insanoÄŸlu yapan bir güzel ÅŸey daha var, o da korkunun üstüne yürümesidir.” Bu düsturla kimliÄŸine, ideolojisine bakmadan ezilen kim varsa onun yanında durdu.
Bedelini göze alarak barışı ve toplumsal huzuru savundu hep. “Anadolu’da yaÅŸayan her halk kendi anadilini kullanacak. Kendi anadilinde eÄŸitim görecek, kitaplar yazacak, filmler çekecek. Biz çok kültürlü toprak olduÄŸumuzun farkına varacağız. Çıkarımızın yasakta deÄŸil özgürlükte olduÄŸunun bilincine varacağız.”
Bu sözlere kulak vermek, bu bilince varmak yerine ağır ceza mahkemelerinde yargılandı Yaşar Kemal. İsyan ediyordu. Allah Billah aşkına söyleyin; savaş istemiyorum diyen bir adam mahkemeye verilir mi?
Bu olanlardan sonra yaşadığı apaçık hüsrandı. Kırılmadım ama ayıp ettiler, diyordu.
Ve ağıtlar… Hayatında apayrı bir yeri vardı ağıtların. ÇevirdiÄŸiniz her sayfada bir dengbej karşılardı sizi.
Bazen yanında, yöresinde kimseleri bulamamış, acısı başından aşkın bir yalnız kadın, bazen ağanın zulmüne baş kaldırıp dağları tutan eşkıya, bazen sıtmaya tutulan yersiz yurtsuz mevsimlik tarım işçileri o ağıtlara konu olur, bezen de yüreği avucunda bir küçük çocuk.
O gitti… Gün hiç ısınmadı artık, kış kıyamet oldu.
Murathan Mungan’ın dizeleriyle: “Åžimdi bir mevsim deÄŸil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.”