İktidar içerde ve dışarıda başı sıkıştıkça açık tehditlere başvurmaya başladı.
Öyle ki tehdit günlük siyaset dilinde iyice yer etmiş duruma getirildi.
Hele yapılan anketlerin Cumhur İttifakının düzenli oy kaybettiğini göstermesiyle yapılan tehditler, öldürme ve imha seviyesine kadar çıktı.
Çakıcı’nın Sayın Kılıçdaroğlu’nu kazıklı voyvoda yöntemi ile ölümle tehdit etmesinin hiçbir yargısal sonucu ortaya henüz çıkmaması üzerine, oluşan siyasi iklim tehdit seviyelerini artık toplu imha tehditlerine kadar vardırdı.
Şu ana kadar bu tehditler sonucu bir tatsız olay yaşanmadı ama bu yaşanmayacağı anlamına da gelmemeli…
Rus yazar Anton Çehov’un bilinen bir sözünü burada hatırlatalım, Çehov “Eğer oyunun birinci sahnesinde duvara asılı bir silah varsa, o silah üçüncü sahnede patlamalıdır.” der.
Çehov, burada oyunla ilgisi olmayan dekor veya eşyaların sahnede olmamasını eğer varsa da mutlaka oyunun bir yerinde kullanılmasını söylemeye çalışıyor.
Buradan eğer siyaset sahnesine ölüm ve imha tehditleri sokulmuşsa, bunu siyaset oyununa sokanlar bir gün bunun gereğini yapabilirler anlamı çıkıyor.
Diğer yandan ise yargıya talimat ve yargıyı baskı altında tutan açıklamalar bir bütün olarak siyasette hukuksuzluk ve şiddetin çoktandır diyalog ve işbirliği siyasetini tuzla buz ettiğini gösteriyor.
Erdoğan, Selahattin Demirtaş için “o bir terörist” deyiverdi.
Oysaki Demirtaş hakkında bu iddiayı doğrulayacak hiçbir mahkeme kararı ortada yokken ve 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olarak yargı kararı ile katılmışken bunu söyledi.
Bu açıklamadan anlaşılan o ki Erdoğan yargının böyle bir karar vermesini telkin ediyordu.
Devlet Bahçeli ise üst üste ve üst perdeden tehditlere aralıksız devam ediyor. Nasıl olsa meydanı boş bulmuş gibi bu tehditlere ve hakaretlere bir tane savcıda çıkıp ne yapıyorsunuz demiyor, diyemiyor gibi atıp tutuyordu.
10 Aralık günü 805 aydın “onurlu bir ortak yaşam” bildirisine imza atarak tüm bir muhalefeti ortak bir çatı altında toplanmaya, hukuk ve demokrasi taleplerini hayata geçirmeye çağırdılar.
Bahçeli, bu bildiriye imza koyanlar için aydın müsveddeleri, kiralık kalem, sözde gazeteci, kimliksiz akademisyenler, çürük şahıslar gibi hakaretleri sıraladıktan sonra ihanet masasının başında mama kuyruğuna girenler diye hakaretlerini devam ettirdi.
Şimdi bu seviyesizlikte bir açıklamaya karşı bence bir cevap verilmeli.
Sonra yargı yoluna gidilmeli.
Bahçeli’nin bu seviyeden yoksun saldırılarından en fazla payı her zaman HDP almıştı, bu seferde böyle oldu.
Bahçeli “HDP’nin kapısına bir daha açılmamak üzere kilit vurulmalıdır.” ile başlayan galizini sürdürmüş ve bir an önce cezaları belirlenmeli anlamında “Terörist Demirtaş ile Soroscu Kavala davaları hızla sonuçlandırılmalıdır.” diye devam ettirmiştir.
Eh başkanı böyle söylerse yardımcısı durur mu o da çıtayı toplu imha seviyesine kadar çıkarmaya cüret etmiştir.
MHP genel başkan yardımcısı Semih Yalçın “HDP/PKK kamilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür.” diyerek, Türkiye’nin altı milyon oy almış üçüncü büyük partisinin yönetici ve üyeleri hatta seçmenleri için toplu imha teşviki ve tahrikinde bulunarak suç işlemiştir.
Bu açıklamaya yargıdan ne tür bir cevap gelecek bir umudum yok ama uluslararası yargı kurumlarına taşınacak bir davanın söz konusu olacağını düşünüyorum.
Evet, iktidar sözcülerinin tüm akıldan vicdandan yoksun içeriğinde şiddet, ölüm ve toplu imha tehditleri taşıyan bu açıklamalarının siyasi okuması ve yorumu üzerinde düşünmek gerekiyor.
Ak Parti içinde işlerin artık böyle gitmeyeceğini gören önemli sayıda siyasetçi bu durumdan çıkılmasını öngörüyor.
Biryandan yargı reformu diğer yandan yeni açılımların konuşulması parti içinden gelen bu sıkıntının dışa vurumu olarak görülüyor. Çünkü parti içinde bu “işler yürümüyor” diyenlerin parti dışı seçenekleri olduğunu herkes biliyor.
Özellikle Sayın Ali Babacan’ın lideri olduğu DEVA partisi parti içindeki bu damarın fazlasıyla sempatisini çekiyor.
Diğer yandan sınırlı olsa da uygulanan AB yaptırımları ve bu yaptırımların kapsam ve çeşitlerinin daha fazla neler olacağının AB Konseyi Mart ayı toplantısına ertelenmesine ve bir yanıyla da 20 Ocak’tan sonra Biden’ın politikalarının görülmek istenmesi diğer yandan ise CAATSA yaptırımlarının Türkiye üzerindeki etkilerine bakmak olarak değerlendirmek gerekir.
Bu gelişmelerin bir ayağı ise Kürt sorununda mevcut durumun sürdürülemez olduğunun defalarca anlaşılmasıdır.
Ak Parti iktidarı, içeride salgın sürecini doğru yönetememe, ekonomik kriz, yargı sisteminin çökmüş olması ve Kürt sorununda artık daha fazla gidilecek yerin kalmaması sorunları karşısında çözüm üretemeyen tıkanmış bir durumda bulunuyor.
Dışarıda ki durumu da içeriden farklı değil tüm cephelerde kaybeden ve itibarı kalmayan bir ülke durumunda olduğu biliniyor.
İşte tam bu noktada içeriye doğru yargı reformu ve köklü ekonomik önlemler ile demokratik adımların atılması zorunluluğu kendini dayatıyor.
Özellikle bölge barışı ve istikrarı içinde diplomasi ve diyalog araçlarının devreye sokulması ve maceraperest politikalardan vazgeçilmesi gerekiyor.
Cumhur İttifakı bu acil durumlarla karşı karşıya bulunuyor.
İktidarın MHP tarafı ve dolasıyla derin devlet, yargı reformu ve yeni açılımların işi gerginlikten, normalleşmeye götürebileceğini ve daha bugünden bu kapıları sıkı tutmaya çalışarak bu ölümlü, imha tehditlerini savuruyorlar.
Çünkü MHP bu konumunu 2023 seçimlerine kadar sürdürmek istiyor. Normalleşme derken olası bir erken seçimi asla istemiyor. Nedeni ise bugünkü siyasi konforu elinden gidecek diye korkuyor.
Ak Parti tarafında ise mevcut durumun oy erimesine neden olduğunu gören ve bir an önce durumu terse çevirecek işlerin yapılması gerektiğini düşünenler var.
Ak Parti, ya MHP’nin arkasına takılarak giderek erimeyi, yada yeni bir başlangıç yapma seçenekleriyle baş başa kalmış gözüküyor.
Ancak her ikisinin de ortak kaygısı iplerin ellerinden kaçırılması korkusuna dayanıyor.
Korkunun ecele faydası yok ya herro, ya merro diyecekler.