Çılgınlığın boyutu algı sınırlarını aştı. Kendimi ülkeme, bu bağlamda insan toplumuna hiç bu kadar yabanıl hissetmemiştim. Artık kararım netleşti: Ben bu arenanın sakini değilim.
Orman her dem caziptir, bütün albenisiyle çağrıya devam ediyor. Bu çağrının etkisi ormanın sakinlerinin masumiyetiyle dayanılmaz boyutlara ulaşıyor. İnsanlı dünya itiyor, orman çekiyor. Peki buradaki sorun nedir? Akışa ayak uydur ve firar et!
Firar her daim benzersizdir, fikri bile insanı sarhoş etmeye yeter.
Bilindik olanın kelepçelerinden kurtulup bilinmeyene yönelmek… Bilmemek ve bilinmemek. Bugüne kadar giydirilen bütün kıyafetlerden soyunup, çırılçıplak bir durulukta güneşe ve hayatın renklerine maruz kalmak.
Bütün dillerden çıkıp dilsizleşmek, bütün renklerden çıkıp renksizleşmek.
Kendi rengim neydi sahi?
Saçlarını boyayan bazı kadınlara kendi saç rengi sorulduğunda “Vallahi ben de unuttum.” dediğini çok duydum. Sadece saç rengi değil unutulan; sesimizin, düşüncelerimizin, hayallerimizin rengini unuttuk.
Unutmak sallantılı bir kavram aslında. Bilinen ve öğrenilen şeyler unutulur. Kendimi hiç bilmiş, renklerimi öğrenmiş miydim acaba?
Bir öğrenmeden sonraysa bu kendisizlik, belki yeniden öğrenilebilir. Kendimizi kazarız, kazdıkça kazarız. Kadınların kendi saç renklerine ulaşmak için beyazların söylediklerine katlanarak asıl rengi bekleyişleri gibi, belki çok daha zor bir arayış ve yönelişle bulabiliriz kayıplarımızı.
Fakat kendimize dair hiçbir şey oluş(a)madan yabancılara teslim olduysak, yeniden değil yeni bir inşa gerekir. Belki böylesi çok daha kolay ve risksizdir. Çünkü kendiliğimizin üstündeki örtüleri açtıkça ortaya çıkan renklerin hangisinin ben(im) olduğu konusunda yanılma ihtimali vardır. Halbuki yaşa başa bakmadan turfanda bir inşa mümkün olabilir.
…
Distopik bir romanın içine düşmüş vahşi bir yabancı gibi hissediyorum kendimi. Romanın kahramanlarından biri olduğum halde, sayfaları okumaya, diğer sayfada geleceğini umduğum mutluluklara ulaşmaya çabalıyorum. Fakat beni kendisine uyumlu hale getirmeye çalışan diğer roman kahramanları işi azıttı. Her satırda başka karanlık, başka vahşet ve cinayet çıkıyor karşıma.
Ben oynamıyorum, diyesim var. Fakat bu distopik kurguda bunu deme şansımız yokmuş.
Bu distopyayı yaşamaya ve seyretmeye mecburmuşuz.
Ben kaçmak istiyorum. Belki de tek kişilik bir dünya mümkündür.
-Zaten çok kişilik bir dünya mı yaşıyorsun ki?
Özümde yalnızsam, maruz kaldığım bu şizofrenik sesler, kahkahalar, haller ve durumlar nedir?
Devlet yöneticileri çocukları diri diri toprağa gömüyor. Yardımcıları her eylemde olduğu gibi yine yardımcı, mezara toprak kürüyorlar.
Hani devr-i cahiliyye çok gerilerde kalmıştı? Hani bütün dünya sonsuz ve sınırsız bir aydınlıkla buluşmuştu?
Hani insan diye bir varlık vardı gezegende.
Görünenler insansa ben neyim?
Görünenler aydınlık savaşçılarıysa ben kimim?
Yolumu kaybetmek ve hiçbir yola çıkmamak istiyorum.
Yolsuzluk, yönsüzlük arıyorum.
-Öyle deme, onlarca camii inşa edildi bu ülkenin ahlâkî düzeye kavuşması için.
Deme deme deme…. Putlar aşkına bunu deme.
Ahlâklı insanlık buysa ben yine havada kaldım. Ben ahlâksızım, ben yolsuzum, ben
yolsuzluk yolunun en değişmez yolcusuyum. Ey ahali, bunu biliniz ve bana bulaşmayınız!
-Akıllı ol, pek dur, kendini yakma!
Ben akıldan istifa edeli asırlar oldu, asırlar oldu, asırlar oldu…
-Asırlar mı?
Zaman ne ki, peki mekân?
Varlık nedir, varlığı nasıl algılıyorsun ki yokluktan korkuyorsun.
Ohhh… Şimdi oldu. En iyisi yokluğa dayanmak. En azından bulmayı ummazsın…
Vah insanlık, vah insanlık…
Cenazeni kaldıracak bir tek insan da mı kalmadı bu ülkede?
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”