Hani; ‘Tek vazgeçilmez AŞK’ın’dım senin ?
‘Çarşafa bile girmem gerekse, girerim seni terk etmem!’ Diyen sen değil miydin?
Boğaz Köprüsü’nden arabayla her geçişininde oğlunla tekrarladığınız;
-Bak oğlum bak! Şu güzelliğe bak!
-Of! Mama! Her seferinde aynı şeyi söylüyorsun!
_İlk kez görüyormuş gibi bak oğul, sakın ola kanıksama bu güzelliği!
Diyaloğunuz asılı kaldı köprümün tellerinde…
Hayran olduğun güzelliğimi unuttun mu Anjel?
En çok çeşmelerimi severdin sen.
Kumkapı, Gedikpaşa, Laleli ve Mahmutpaşa’daki çeşmelerimi bilirdin çocukluğundan…
…..Ve kuruyan, yerlerine kara delik kapılar oyulan çeşmelerime ağlardın en çok…
Çeşmelerimi, ne bilenim ne de ağlayanım var artık biliyor musun?
Dönüp gelsen beni tanıyabilecek misin Anjel?
En çok da bundan ; aradığın izleri bulamadığında benden tümüyle vazgeçmenden korkuyorum…
Delicesine korkuyorum…
Bana veda ettiğin günkü haline, kağıt kesiği sızlamalarım hiç dinmedi.
Kapalıçarşı’dan çıkıp, yeraltı çarşısını geçip, Joğvaran’ın solundaki sokaktan sağa dönüp, yanyana duran Mesropyan Okulu ve Surp Hovhannes Kilisesi’nin önünde bir an kaldın.
Kilisenin bahçesine girdin.
Yüzüne vuran serinlikte geçmişin anıları vardı.
Daniel Amcan yürüyordu kocaman cüssesiyle.
Kiliseya girip son mumunu yaktın.
Çıktığında yüzünde buruk bir tebessüm.
Yokuşu sabırsız adımlarla indin.
Yolun aşağısında sol köşede, borusundan aralıksız akan suyuyla hatırladığın beyaz mermer çeşmemle buluşmak içindi sabırsızlığın.
Vardığında, bembeyaz mermer yerine, kapı diye açılmış koca bir kara delikti bulduğun.
Gözpınarların taştı.
Elini ağzına götürüp donup kaldın.
O kara delikten iş elbiseleriyle sayacı ustaları girip çıkıyordu.
Gözyaşların yanaklarından süzülürken artık sen başka bir boyuttaydın.
Ne sana ‘Bu kadın deli mi?’ diye garipseyerek bakan işçiler ne de gelip geçen insanlar umurundaydı.
Sen ve ben yalnızdık…
Birlikte yürüyorduk artık.
O an birleşmişti yüreğimiz, ortak kaybımızın acısında…
Sola dönsen; kardeşlerinin doğduğu eve, Suren bakkala giderdin.
Dön(e)medin.
Gitsen Kadırga Açık Hava Sineması’nı arayacaktı gözlerin.
Açık hava sinemalarımı kapattılar biliyordun.
Cesaret edemedin…
Kırgın, döndün sırtını kara deliğe.
SaÄŸdaki sokaktan ilerledin.
Evlerini, satamadan öylece bırakmak zorunda kalan, sahipleri göçmüş evler mezarlığıydı burası.
Boş kaldıkları için camları patlamış cumbalı evlerimle konuşuyordun artık:
Ne oldu size ?
Camlarında, balkonlarındaki rengarenk çiçeklerine, evlerden yayılan yemek kokuları ve müzik seslerine, sabah akşam herkesin kapısının önünü süpürdüğü pırıl pırıl sokaklarında oynayan çocukların cıvıl cıvıl seslerine ne oldu?
Sanki savaş sonrası yıkıma uğramış, terkedilmiş bir mahalleye dönüşen bu haliniz nedir?
Her birinizden; akrabalarımın, arkadaşlarımın kahkahalarının sokağa taştığı o neşeli, güzel günlere ne oldu?
Ağlıyor, ağlıyordun…
Kumkapı’ya inen yokuşa döndün.
Kör Agop’un olduğu meydana indin.
Orada da gözün meydandaki çeşmemi aradı.
Kurumuştu, bildiğin bütün çeşmelerim gibi…
Derin bir nefes alıp sildin gözyaşlarını.
Çocukluğunda pazar kahvaltılarının vazgeçilmezi Boris’in kaymağını yaptığı dükkanı aradın.
İsmi duruyordu sevindin. ‘Kendisi de yaşıyor mu acaba?’ Bilmek istedin.
Boris’in tam karşısındaki, seni dokuz yıl eğitim aldığın Bezciyan Okulu’na götürecek sokağa döndün. On yaşından on altı yaşına kadar yaşadığın sokaklara kavuşmanın heyecanıyla atıyordun adımlarını. Kasap Nejat Amca yerindeydi. Mutluluğunun tarifi yoktu.
Geçmişi ve bugünü dar vakite sığdırarak ettiğiniz, sizi yarım kalmışlık duygusunun huzursuzluğunda bırakan sohbete doyamadan buruk bir sevinçle, veda ettiniz birbirinize…
‘Sizler gittikçe, bozuldu her şey.’ Deyişi kaldı kulağında…
Bunun son görüşmeniz olduğunu ikiniz de biliyordunuz.
Kantarcı Süleyman Sokak’taydı eviniz.
Şu köşede Zadik Bakkal vardı.
Her evden, her pencereden, her kapıdan çocukluğunun anıları fışkırıyordu.
Hagop, Harut, Murat, Hayguhi, Sasuni, İsa, Rober, Arto, Melika, Jaklin, Varter her biri okul çıkışı evlerine dağılıyordu, şakalarla.ellerinde boylarından büyük siyah okul çantaları.
Keskin bir sidik kokusuyla gerçeğe döndün.
Açık kapılardan evlere girip çıkan, belden aşağısı çıplak küçük çocukları o an farkettin. O evlerden geliyordu bu koku.
Yüzün düştü…
Yine deli sorularda boğulan ruhunu görmenin utancı ne büyüktü benim için…
Sen benden gittikten sonra, çocukluğunda minder koyup gölgesinde oturduğun, yokuşların iki yanındaki ağaçlarımı da kestiler…
Parke taşlarımı söküp, her yanıma beton asfalt döktüler.
Tüm komşuların ortak yemekleriyle kurduğu yaz sofralarından yayılan müzik sesleri, sohbetler, kısaca bütün sokaklarımın sesi kesildi.
Tatyos Dayday’ının udu asılı kaldı gök kubbede…
Kalabalığım çok kalabalığım Anjel!
Lakin beni bilen yok!
Çeşmelerimi, ağaçlarımı, açık hava sinemalarımı, boyalı pırıl pırıl esnaf evlerimi, sokakta kurulan mahalle sofralarımı hatırlayan yok!
Yarı çıplak çocuklarım için ağlayanım yok!
Gel desem gelir misin ?
Seni bunca üzdüğüm için beni bağışlayabilir misin?
İhanetimi affedip, bütün çirkinliğimle, beni yeniden sevebilir misin Anjel?
Bu son şansımı kullanıp sana; geri dön bana desem, döner misin?
Vazgeçilmez Aşkın İstanbul.
Bu yazı il olarak FEMTRAK sitesinde yayınlanmıştır.
19.04.2023