Yorulduk gerçekten hem de çok…
Her gelen günde bir önceki günü arar olduk.
Memleket tam bir tımarhaneye döndürüldü. Kimsenin “her şey daha iyi olacak” demek için umudu neredeyse kalmadı. Ülkenin her tarafı tel, tel dökülüyor.
Siyasetçi, bürokrat ve mafya üçgeni içindeki kirli ilişkiler tek tek ortaya çıkıyor. Ancak kapsadığı kişiler ve kurumların sayısı da artarak devam ediyor.
Sedat Peker’in son attığı tweetler yakın siyasi tarihimiz çok bilinmedik bir yanının aydınlanması için büyük bir tartışmanın pimini çekmeye yetti.
CHP eski genel başkanı Deniz Baykal’ın gerek özel hayatı ve gerekse de Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılmasıyla ve başbakan olmasının nedenlerine dair perde arkasında yaşananlar deşifre olmuş durumda…
Baykal’a kadın ayarlayan Korkmaz Karaca önce Baykal’ın danışmanı, Baykal’ın istifasından sonrada Erdoğan tarafından ekonomi kurulu üyeliğine alınmış olması… Erdoğan ile Baykal’ın İstanbul’da yaptığı özel görüşmenin içeriği ve bu konuda Zülfü Livaneli’nin 14 yıl önce 2007 yılında kaleme aldığı yazı…
Livaneli bu yazısında Baykal’a “Erdoğan’a verdiğin bu desteğe değdi mi? diye soruyor. Ve Erdoğan’ı başbakan yapmak için gösterdiğin bu çabayı partinin iktidarı olmak için göstermedin.” diyor.
Peker, attığı tweette ise Baykal’ın bu tavrı göstermesinin nedenini Korkmaz Karaca’nın elindeki kaset ve kasetlere bağlıyor. Tam bir rezaletler zinciri, önde siyasi muhaliflik oyunu, perde arakasında dönen dolaplar ve pezevenklik hizmetleri sonucu değişen siyasi tablo ve aradan geçen yirmi yıllık bir siyaset dönemi…
Nerden bakarsak bakalım bu kabul edilemez durumun ülke ve toplum üzerindeki sarsıcı sonuçlarının ağır ve vahim durumunu şimdi derinden yaşıyoruz.
Bu tartışmaların sonu şimdilik nereye varacak bilinmez ama lağım kapağı bir kere yerinden fırladığı için anlaşılan o ki kanalizasyondan dışarı daha çok pislik akacak gibi. Şimdilik bir iki gazeteci görünümlü üç kağıtçıların dışında kimse bu süreçten olumsuz etkilenmedi.
Halen istifa etmeyen bir İçişleri bakanı var. Hiçbir savcının bu açıklamalar üzerinden başlattığı bir soruşturma bulunmuyor. Hasılı kimse lağıma taş atarak üzerine sıçramasını istemiyor. İstemiyor ama lağımda orada duruyor.
Şimdi bu rezaletin siyasi sonuçları ne olacak bilmiyorum. Ama CHP yönetimine düşen görev Deniz Baykal’ı disiplin kuruluna sevk etmek olmalı ve milletvekilliğinden istifasını istemelidir.
Bu arada olayların içindeki bu adamların nerdeyse hepsinin Erdoğan, Soylu ve diğer Ak Partili bakan ve yöneticilerle boy, boy resimlerinin ortaya çıkması asla tesadüf olamaz. Bu resimler bize söküğün daha devam ettiğini ve ucunun daha nerelere kadar gideceğinin meçhul olduğunu gösteriyor.
Türkiye, bu gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde adeta bir “kayıp ülke” durumuna düşmüş bulunuyor. Hiç ama hiçbir yanıyla iyiye giden değil aksine kapkaranlık günlerden, zifiri karanlık günlere doğru gidiyor.
Oysa, Türkiye yedi yıl önce Cumhuriyetin 100. Yılında, 1923 yılı hedefleri arasında 1 trilyon dolarlık GSMH, kişi başı 25 bin dolar milli gelir, 500 milyar dolarlık ihracat, %5’e düşürülmüş işsizlik ve %2 enflasyon hedefi olan bir ülke idi.
Yetmez, siyasi ve toplumsal alanda yeni demokratik sivil bir anayasa, kuvvetler ayrılığına dayalı bir hukuk devleti işleyişi ve AB’ye tam üyelik hedefi olan bir ülke idi.
Türkiye şimdi bu hedeflerin çok gerisine düştü. Çünkü iktidar öncelikle AB defterini kapattı ve demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü bir kenara attı. Bölgesinde ve ülkede çatışmacı, kutuplaştırıcı bir siyaset izleyerek, Türkiye’nin tüm göstergelerini bozdu. Ülke 2021 yılından tekrar 2007 yılına geri döndürüldü.
Neden?
Çünkü derin devlet bunların hiç birini istemiyor ve kendi güvenliği için tehlikeli görüyordu.
17-25 Aralık süreci seçilmişlerle atanmışları bir çatı altında buluşturdu.
Biz yine işlerin bozulmaya başladığı yıl olarak 2013 yılını baz almış olursak… Türkiye’nin 2013 yılında 957,8 milyar dolar olan GSMH, 2020 yılında 717 milyar dolara geriledi. Kişi başına milli gelir 2013 yılında 12.614 dolar/yıl iken bu gelir 2020 yılında 8.550 dolara düştü. Türkiye kişi başı milli gelirde Arjantin, Bulgaristan ve Kazakistan’ın altında kaldı.
Yine 2013 yılında %7,4 seviyelerine kadar düşürülmüş olan enflasyon bugün akademik çevrelerin enflasyon ölçümü yapan kuruluşu ENAG’a göre yıllık %36 seviyelerine çıkarak derin bir yoksulluk ve hayat pahalılığına neden oldu.
Yine 2013 yılında %10’nun altına düşürülen işsizlik bugün geniş tanımıyla %25’lerin üzerine çıktı. Diğer yandan ise 2013 yılında 1.90 civarında olan dolar kuru bugün 1 dolar=8.77 TL seviyelerine kadar çıkarak dört kattan fazla artış gösterdi. İşte bu ekonomik görünüm ağır bir sosyal yıkıma neden olarak yoksul nüfus oranında büyük bir sıçramaya neden oldu.
Türkiye’de “ciddi maddi yoksunluk çeken mutlak yoksulların” oranı 2020 yılında geçen yıla göre %1.1 puan artış göstererek nüfusun %27.4 yükseldi. Bu oran 27.6 milyon insanın mutlak yoksulluğuna tekabül ediyor. İşin daha kötü tarafı ise yoksullaşma oranlarının artarak devam ediyor olmasıdır.
Diğer yandan ise gelir adaletsizliği tüm zamanların en yüksek noktasına ulaşmış durumda gözüküyor. Türkiye’de en yüksek gelir gurubuna sahip %20’lik gurup her 100 liranın 47.5’na sahip olurken en alttaki %20’lik gelir grubu ise 5.9 lira ile yetinmek zorunda bırakılıyor. En yüksek gelir grubuyla en alt gelir grubunun arasındaki fark %800 aşmış durumda…
İşte bu felaket tablosu ağır toplumsal ve kişisel travmalara neden oluyor. En hazini intiharlar artıyor. Suç işleme oranları yükseliyor. Ve en önemlisi ise ahlaksızlık çok geniş bir alana yayılarak toplumsal çürüme yaratıyor.
Ayrıca kuraklık ve deprem riskleri ve yine doğanın tahrip edilmesi Kanal İstanbul gibi doğa düşmanı projeler, Marmara’nın yok olma tehlikesi ve betonlaşma koca ülkeyi “Kayıp Ülke” durumuna getiriyor.
Sonuçta nemi oluyor?
MAK araştırma şirketinin yapmış olduğu bir araştırmaya göre gençlerin %62’si Türkiye’den gitmek istediklerini söylüyor. Bu acı bir durum, gençlerine güvenli bir gelecek vadedemeyen bir ülke durumuna ülkeyi düşürmek.
Yine çalışma koşulları ve ücretlerinin yetersizliği yetmiyormuş hemen her gün sözlü ve fiziki saldırıya uğrayan (ki saldırıların bazıları ölümle sonuçlanıyor.) sağlık çalışanları ve özellikle doktorlar ülkeyi terk ediyorlar.
Geçen basına düşen haberlerde son iki yılda üç binden fazla doktor ülkeyi terk ederek Almanya’ya gitmiş durumda… Yetmez Almanya’ya gitmek isteyen doktorların aralarında iletişim için kurmuş olduğu Telegram grubunda sekiz bin doktor olduğu belirtiliyor.
Oysa biz doktorlara çok ihtiyaç duyan bir ülkeyiz.
OECD ülkelerinde ortalama 341 hastaya 1 doktor düşerken, bizde 500 hastaya 1 doktor düşüyor. Bunun anlamı bizim 160 bin doktorumuz var ve ilave olarak 80 bin doktora daha ihtiyacımız var demektir.
Giden doktorlara haksızlık yapıyorlar diyemiyorum.
Ülkeyi terk edilecek duruma düşürenler utansın…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”