“Tuhaf zamanlarda yaşayasın” der bir Çin bedduası.
Bedduayı hak edip etmediğimizi tartışmaya açacak biri var mı bilmiyorum ama bu topraklarda herkesin bir diğeri üzerinde hakkı, herkesin öteki saydığı üstünde yaptığı haksızlığın da günahı olduğu gerçeği benim açımdan gayet net. O nedenle, bu tuhaf zamanların say say bitmeyecek bir zulmün yarattığı herhangi bir bedduadan kaynaklanıyor olması benim açımdan durumu açıklayabilir en azından.
Böyle söyleyince kızıyor birileri, çünkü Özdemir Asaf’ın “Tüm renkler kirlendi, birinciliği beyaza verdiler.” dizesindeki yarışmayı farklı farklı algılayanların birinciliği matah bir şey zannettiği canım ülkemde, kirlenmek için bu kadar telaşa düşmezdik sanıyorum ki. ”En doğru benim, o zaman en hızlı ben kirleneyim” koşturmacasını bir yanlış anlamaya bağlamak naifliğini yapmayacaksam da, niyet yargılamaktan hızla kaçacağım.
Şunu da eklemeden geçmeyeyim; “En haklı benim, tek doğru da benim” kavgasının bitmediği bu yerde, “Hayır hepiniz haksızsınız!” diyene liberal deniyor. Pek sevilen bir kitle değil liberaller bu nedenle, insanın yüzüne yüzüne söylüyorlar her şeyi. Doğal olarak bütün belaların ihalesi de hep onlara kalıyor.
Peki, öyle mi gerçekten, yoksa sorumluluklarından ve suçlarından bahsedilmesinden hiç hoşlanmayanların, kaçırdıkları keçileri toplayamayınca, “O zaman bir günah keçisi bulalım da beceriksizliğimizi kimse fark etmesin.” diye peşine düştükleri ama ilginçtir ki bir türlü yakalamayı da beceremedikleri şey mi liberal?
Yakalayamazlar, çünkü yalan söyleyerek yapmaya çalışırlar, yalan dediğimiz şey bu gemiyi mutlaka gerçeğin kayasına bindirir. Bunu ya fark etmezler ya da umursamazlar, çünkü “en haklı ve en doğru benim” algısı çıkmayan bir leke gibidir, o lekeyle yaşamaya razı olduğunuzda da gerçek sizin için lekeden daha az önemlidir.
Milliyetçiler, ulusalcı-Kemalistler, Siyasal İslamcılar, Kemalistler ve hatta solcu olduğunu zannedenler konu liberaller olduğunda bayılırlar ateşkes yapıp, aynı tamtamlarla halay çekmeye. Tam tamla halay çekilir mi? Bu kadar olur işte; yapay, sevimsiz ve gereksiz.
Bu meseleyi konuşacak, bu iki yüzlülüğü deşifre edecek ve bütün yalanlarını suratlarına vurmaya devam edecek halimiz hep olur, hep olacak. “İlk taşı günahsız olanınız atsın!” dediğimizde etrafta atacak taş bulamayınca ne yapacağını şaşıracak olanlarla hesap da unutulmayacak elbette. Ama şimdilik konu başka.
Konu çok eğlenceli anlıyorum ki; herkes aynı şeyi konuştuğuna göre. O nedenle, asıl meseleyi sonraya bırakayım, zaten bir yere gittiği de yok bir asırdır.
Malum, Sedat Peker’in dizi tadındaki videoları milyonlarca izleniyor, insanlar saat kurup kalkıyor sabahları izlemek için. İç İşleri Bakanı ona cevap veriyor, eski İçişleri Bakanı başka bir havada, araya başkaları giriyor, herkes bir yorum yapıyor. Hepimiz oturduk, bu topraklarda böyle oyunların döndüğünü ilk kez izler gibi izliyoruz. Nasıl tatlı bir şaşkınlık içindeyiz, bu ülkenin yanaklarını ovuşturası geliyor insanın içinden.
Arada ben de eğleniyorum, kabul edeyim ki yalan dolan olmasın aramızda. Mesela, Ahmet Altan hapisten çıkmasın diye arsızca yalan söyleyen -ki artık bu bir ata sporu – Gergerlioğlu mecliste gözaltına alındığında onu yalancılıkla suçlayacak kadar vicdansızca cümleler kurabilen, Selahattin Demirtaş’a “terörist” diye bağırıp duran bir gazetecinin (!) çevirdiği işlerden sonra bir videoluk canı olduğunu görmek beni güldürdü açıkçası. Bizde düşene vurulmaz, başkalarına benzemeyeyim diye konuyu fazla deşmeyeceğim.
Sadece, “Bu işlere giriyorsunuz madem, büyük büyük laflar etmeyecek kadar aklınız da mı yok?” sorusunun, “Neden bu işlere alet oluyorsunuz?” sorusundan önce geldiği bir yerde kendimizi de sorgulamamız gereken bir ülkede yaşıyor olduğumuzu unutmayalım diyeceğim.
Bu hararetli gündemle ilgili söylenecek çok şey vardır muhtemelen ama açıkçası benim ilgimi sadece iki konu çekiyor. Bu iddiaları ciddiyetle ele alacak, gerçek bir soruşturma yapacak gerçek bir savcı olacak mı, Sedat Peker’in bahsettiği, avukatlıktan hakim ve savcılığa alınan ve büyük davalara bakanlar kimler? Bu iddia gerçek mi, bu savcılar hangi soruşturmaları yürütmüş ve hâkimler hangi davalara bakmışlar? HSK bir inceleme yapacak mı?
Bu sorulara gülenler ya da sitem edenler olacaktır, biliyorum. Tıpkı “Neden kimse hukuk konuşmuyor?” sorusuna yaptıkları gibi. Bazıları, yaşadıkları hukuksuzluklar nedeniyle öyle acılar çektiler ki, artık hukuktan bahsetmek, hukuka dair cümle duymak bile öfkelendiriyor onları haklı olarak. İnsanlar hayatlarını, sevdiklerini, işlerini kaybettiler; hapislerde binlerce insan özgürlüğünden mahrum; anlıyorum bu öfkeyi ve onlara değil sözüm.
Ama hukukçular da artık hukuk konuşmuyorlar, siyasetçiler de.
Memleketi yönetmeye aday olanlar da hukuktan bahsetmiyor, çok ilginç. Muhalefetin hukukla mesafesinin iktidarla olan mesafesi kadar olduğunu kimse söylemiyor mu onlara?
Aslında, herkes hukuktan bahsediyor ama hiç kimse konuşmuyor demek daha doğru sanırım. Çünkü hukuk konuşmak demek, “hukuk yok” diye feryat etmekten biraz farklı bir eylem biçimi.
“Hukuk var mı ki konuşalım” diyenlerle, ihtiyacı olmadıkça hukuk aramayanların bilinçli ya da bilinçsiz işbirliğinin, hukuksuzluk ancak kendisine zarar verdiği anda aklı başına gelenin ikiyüzlülüğünü doğurduğu düşünülürse, içine düştüğümüz kısır döngünün orta yerinde Sedat Peker videoları kadar eğlenceli olmasa da daha elzem olan bu meseleyi inatla gündemde tutma çabasının amacı anlaşılır diye tahmin ediyorum.
Hukuk ne kadar yoksa o kadar çok ondan bahsetmeli, o kadar çok onunla ilgilenmeliyiz, başka çaremiz yok.
Bu kirli ilişkiler hep vardı bu ülkede, kimse yeni duymuş gibi yapmasın.
Bu bir televizyon dizisi değil, kimse kendini kandırmasın.
Cezaevlerinden cenazelerin çıktığı, insanların artık hukuktan umudunu kestiği, sahte demokratların yolgeçen hanına çevirdiği demokrasi kavramının can çekiştiği bir ülkede bağıra bağıra hukuk konuşmak zorundayız.
Bir kere daha söyleyeyim; hukuk yoksa hiç bir şey yok.
Hukuk kendini göstermezse eğer, bu inanılmaz bir şaşkınlık ve zevkle izlenen bu dizinin uzun soluklu bir reytingi de yok!