Sivil toplum, çok sık kullanılan ama tanımlanması zor bir kavramdır. Zorluk, kapsamının geniş olması ve ona atfedilen işlevlerin çokluğundandır.
Devlet ile bireysel ve gayrı resmi faaliyetlerin ayrıştığı ya da buluştuğu toplumsal alanda (pazaryerinden aileye kadar uzanan geniş bir sosyal mekanda) karşımıza çıkar. Bu mekanda insanlar bir araya gelir, tartışır ve ortak sorunlar için çözüm üretirler.
Sivil toplum, bireylerin (illa aynı ulustan olmaları gerekmez), emek, bilgi ve imkânlarını birleştirerek bir konuyu hayata geçirmek veya ortak bir konuda değişiklik yapmak için giriştikleri gönüllü kolektif eylemlerin toplamıdır. Son zamanların en büyük küresel sivil toplum eylemi, çevre sorunlarına çareler aramaktır. Bu tür girişimlerin siyasi boyutu olsa bile siyasal partiler sivil topluma dâhil değildir.
En bilindik sivil toplum oluşumları şunlardır: Yardım kuruluşları, mahalle-semt geliştirme/kalkındırma dernekleri, insan hakları kuruluşları, sağlık, eğitim, hayat standartlarını yükseltmek için çalışan yardımlaşma (Kızılay gibi) örgütleri, dini hizmet veren gayrı resmi kuruluşlar (DİB değil); bir de Birleşmiş Milletler gibi büyük çok-uluslu örgütler…
Bunların hepsi, insan hayatında olumlu değişiklikler yapmaya ve resmi otoriteleri (özellikle devletleri) etkilemeye çalışan baskı gruplarıdır. Sivil toplum, yardımlaşma olduğu kadar, baskıya ve yokluğa karşı direnme, dayanışma ağıdır da. Bu nedenle sivil toplum faaliyetleri, tüm paydaşlardan iyi niyet, empati, yardımlaşma ve ‘öteki’ için anlayış gerektirir.
Etkili ve güçlü sivil toplum, devletten özerktir, özerk olmalıdır.
Özerk ve güçlü (örgütlü) bir sivil toplum, devletin kendisine güç kullanarak bir şey dayatmasına karşı çıkar. Güç, bir şeyleri zor kullanarak yaptırabilme kabiliyetidir. Oysa sivil toplum, uzlaşmayı rıza ve kabul düzleminde gerçekleştirir. Otorite, “toplumsal kabul” ile meşruiyeti sağlanmış olan güçtür. Burada yasallık (legalite) ile meşruiyet arasındaki farka dikkat etmek gerekir.
Kanun devleti, yasallığın hâkim olduğu ancak meşruiyetin eksik olduğu devlet türüdür. Diktatörlükler ve kolektivist rejimlerin ürünü olan devletler, kanun devletidir ama toplumsal meşruiyetleri zayıftır. Toplumsal meşruiyetin kaynağı, sivil toplumun onayıdır.
Hukuk devletinde ise doğal hukukun üstünlüğü kuralı vardır. Hukukun üstünlüğü, kanunun yapanların da yaptıkları kanunlara tabi olması demektir. (Doğal) Hukukun kaynağında HAK, ADALET ve İNSAF ölçüleri yer alır. ADALET kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemektir. İNSAF, vicdani değerlere uyarak ve erdemli (başkalarını da gözeterek) hareket etmektir. HAK ise, herkesin eşit ve ortak olarak yararlandığı özgürlük ve yapabilirlik ölçüsüdür. Bu değerleri talep eden ve koruyan sivil toplumdur.
Özetle sivil toplum, ahlaki toplumdur; bireysel ve kolektif davranışın normlarını koyar, uygular ve denetler. Bunun için ne devletin buyruklarına uymak, ne de yararlansa bile, dinin normlarına uygun bir ahlak yasası üretmek zorunluluğu hisseder.
Bugünün dünyasında sivil toplum, örgütlenme çapı ve ilgilendiği konularla ulusal sınırları aşmıştır. Görevi sırasında BM Genel Sekreteri Kofi Annan, “Birleşmiş Milletler bir zamanlar sadece hükümetlerle ilişki kurardı. Ama artık anlaşıldı ki, barış ve refah ve tüm insanlığı ilgilendiren iklim/çevre ve pandemi gibi sorunlarda başarı, hükümetler, uluslararası örgütler, iş çevreleri ve sivil toplumun işbirliği sağlanmadan mümkün değildir. Günümüz dünyasında hepimiz birbirimize muhtacız.
Gerçekten de dünyada ekonomik kriz patlayınca her ülkede protestolar başlıyor. Bir ülkede kıtlık veya deprem olunca, dünyanın her yerinden gönüllü kuruluşlar yardıma geliyor. Bu anlamda ‘sivil toplum’, çeşitlilik, dayanışma, empati ve yardımlaşma demek.
Sivil toplumu tanımlayan üç ana özellik var: Çeşitlilik, özgürlük, gönüllülük…
Sivil toplum, farklı ilgileri, gereksinimleri (dolayısıyla, sağlanacak yararları) temsil eden ve yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamak için özgür iradeleriyle oluşturdukları gayrı resmi örgütlerin toplamıdır. Sivil toplum, hükümet-devlet, yani resmi sektör ile ekonomi sektöründen ayrılan ve ‘üçüncü sektör’ denilen aileyi de içine alan özel örgütsel ve etkinlik alanıdır. Bu özel alan ve onda yer alan kişi ve örgütler, hareketlerinde resmi alandan bağımsız hareket ederler. En azından idealde olması gereken budur. Bu tanım, sivil toplumu, özgür yurttaşlar topluluğu ve onun gönüllü örgütleri olarak kavramlaştırır.
Bu tanımdan kalkarak, sivil toplum, özgürlük, özerklik ve bağımsız girişimcilik özellikleriyle, modern yurttaşlık kültürünün kasa dairesidir. Bu kasada, paylaşılan yurttaşlık-hemşerilik değerleri, ahlaki normlar (karşılıklı sorumluluk ve yardımlaşma), eşitlik ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir ortaklık anlaşması vardır. Sivil toplum, yurttaşlar topluluğudur. Ona üniformasız toplum demek mümkündür. Çeşitliliğin birlikteliği en önemli özelliğidir.
Örgütlü yurttaş kümeleri kendi yararlarını arar, haklarını korumaya çalışırken (yani daha iyi yönetilmek isterken) birlikte hareket etmek zorundadırlar. Ancak ortak hareket ettiklerinde etkili ve güçlü olurlar. Bunun için de farklılıklarını bağdaştırmak durumundadırlar. Farklılıkları bağdaştırmak için onlara karşılıklı saygı duymak gerekir. Bu da kültürel çeşitliliğin korunması ve farklılıkların bağdaştırılması için uygun hukukun oluşturulması, hoşgörü kültürünün geliştirilmesi ve diyalog kapılarının açık tutulması demektir. Aslında burada sözü edilen demokrasidir. Sivil toplum, demokrasi inşasının en önemli aktörlerindendir.
Modern bir toplumun örgütlenme şeması şöyledir:
DEVLET ALANI | Resmi alan | |
KAMUSAL ALAN | Toplumun talepleri ile devletin sunduğu hizmetlerin kesişme bölgesidir. Bireysel, sosyal ve kültürel alanlarla resmi/devlet alanlarının buluştuğu ve etkileştiği alandır. (Hastaneler, okullar vb.) | SİVİL TOPLUM |
SOSYAL, EKONOMİK ve KÜLTÜREL ALAN | Toplumsal, kültürel grupların bir arada bulunduğu gayri resmi alandır. Her türlü sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyet bu alanda yürütülür. | |
BİREYSEL ALAN | Bireyin tek başına hareket ettiği alandır. Belirgin karakteri, ferdi girişim ve özgürlüktür. |
Gönüllü yurttaş etkinliklerinin, yani sivil toplumun kapladığı alanın büyüklüğü açısından bakıldığında, kamusal alanın geniş ve özerk mi yoksa dar ve resmi alanın bir parçası mı olduğu çok önemlidir. Devlet veya resmi kurumlar, kamusal alanı işgal ediyorsa, otoriter bir yönetim söz konusudur.
Devlet kamusal alanla birlikte, sosyal-kültürel-ekonomik ve bireysel alanları da kuşatmışsa, totaliter bir rejim oluşmuş demektir. Totaliter rejimler, hayatın bütün alanlarında bireyi denetlemek ve gütmek eğilimindedir. Sabahtan akşama, doğumdan ölüme kadar bireysel hayatların ve toplumsal-ekonomik-kültürel-siyasal faaliyetlerin denetlenip, yönlendirildiği bir düzende sivil toplum gelişmez, gelişemez.
Bunun tersine, bireysel alan, siyasal-kültürel-ekonomik ve kamusal alanlarla özerkliğe dayalı bir ilişkiye girerse/girince, toplumda özgürlükler genişler ve sivil toplum güçlenir; denetim mekanizmaları işler, usulsüzlükler/yolsuzluklar azalır, verimlilik artar. Sivil toplum, devletten (resmi örgütler ve kurumlar) bağımsız bir toplumsal örgütlenme durumudur. Devletle yurttaşın ortaklığını simgeler. Yurttaş, tabi değil, kurucu öge olarak toplumsal kararları belirleyen ve yönetimi denetleyen bir konuma kavuşur.
Sivil toplum ne kadar güçlü olursa, hükümetin-devletin, bireysel ve toplumsal alana müdahalesine ve baskısına o oranda direnebilir. Bu da temel hak ve özgürlüklerin güvenceye alınması olasılığını artırır.
Sivil örgütlenmenin güçsüz olduğu toplumlarda devlet güçlü görünür ama bu aldatıcıdır. Toplumun örgütsüz ve sivil toplum dayanışmasının zayıf olduğu toplumlarda devlet de güçsüzdür. Bunu, devlet örgütünün çok güçlü göründüğü komşularımızda gördük. Her birinde toplumsal çözülme başladığı anda devlet buharlaştı…
Demokrasi, örgütlenme özgürlüğünün, farklı toplumsal yapı ve oluşumlar arasında hem rekabetin hem işbirliğinin bulunması halidir. Demokrasilerde kararların alınması ve yetkilerin kullanılması kurallara bağlı olduğu kadar açıktır/şeffaftır. Kararlar ve uygulamalar, toplumun tümünün katılması, en azından bilgilenmesiyle gerçekleşir; aksi takdirde ayrıcalıklar ve ayırımcılık doğar.
Demokrasi, bireylerin kendi hayatlarına ilişkin kararlarda özgür oldukları kadar, ortak yaşama ilişkin kararlara katılmaları demektir. Bu süreç, müzakereyi gerektirir. Birlikte yaşamanın şartlarının ne olacağı, yönetimin hangi kurallara ve usullere oturacağı müzakere ile belirlenir. Müzakerenin en önemli muhatabı sivil toplumdur.
TÜRKİYE’DE SİVİL TOPLUM NEDEN GÜÇSÜZ YA DA NEDEN TOPLUM SİVİLLEŞEMİYOR?
Bu sorunun yanıtını Osmanlı geçmişinde arayabiliriz. Öncelikle merkezi otorite çok güçlüdür ve onu sınırlandıracak ne bir sivil örgütlenme ne de bir sosyal sınıf ortaya çıkmıştır. Bunun birkaç nedeni vardır,
1-Osmanlı’da hükümdarlığın (yöneten ailenin) gücünü dengeleyecek bir aristokrasi (toprak sahibi soylular sınıfı) olmamıştır. Olmasına da izin verilmemiştir.
2- Ana üretim aracı olan ve ekonominin belkemiğini oluşturan toprağın sahibi hükümdar/devlettir. Başka bir deyişle, özel mülkiyet yoktur. 19. yy.ın neredeyse yarısına kadar bireysel mülkiyet yasal güvenceden yoksundur. Bu da sermaye birikimini engellemiş, ne kentte (sınai ve ticari) ne kırda (tarım alanında) güçlü ekonomik sınıfların doğmasına yol vermiştir.
1839 Tanzimat Fermanı’nda herkesin malından ve mülkünden emin olması gereği üzerinde durulmuş, can ve mal güvenliğinin sağlanması ile vergilerin yasalar dahilinde alınması hususlarında kanun çıkarılmasının lüzumuna değinilmiştir. Aynı temenniler, 1856 Islahat Fermanı’nda da tekrarlanmıştır.
Nihayet 1876 tarihli Kanuni Esasi’nin 21. maddesi ile çok gecikmiş olan güvence sağlamıştır: “Herkes usulen mutasarrıf olduğu mal ve mülkünden emindir.” Aynı maddede, “Bundan sonra kamu yararı için lüzumu sabit olmadıkça ve kanuna göre değer pahası peşin verilmedikçe kimsenin tasarrufunda olan mülkün alınamayacağı” belirtilmiştir.
Bu geç ve güç gelen güvence, sermaye birikimini engellediği gibi bireysel girişimciliği, özgür teşebbüsü de geciktirdi. Pazar ekonomisinin Batı’da sanayi devrimi aşamasına ulaştığı dönemde, yatırımları ve girişimleriyle hem ekonomiyi hem de özgürlük alanını genişleterek sivil toplumun oluşumuna katkıda bulunacak bir burjuva sınıfının doğuşunun önü kesilmiştir.
Diğer yandan, Osmanlı’da en temel üretim aracı olan toprağın mülkiyetinin başından beri devlete ait olması nedeniyle, tarımdan elde edilen toplumsal artığın (reayanın ürettiği artık-ürünün) büyük bir bölümü de vergi ve haraçlar olarak merkezi bürokrasinin ve onun yerel aracıları elinde yoğunlaşıyordu. Bu koşullar altında tarım topluluklarının elinde, başlı başına serbest mübadele ilişkilerine (özel ticarete) konu olabilecek anlamlı büyüklükte bir artık-ürün birikimi kalmıyordu. Dolayısıyla, sistemin işleyişini şu ya da bu ölçüde etkileyecek özel bir ticari sermayenin birikmesi ve bu temelde özerk bir tüccar sınıfının ortaya çıkması, ya da Batı’da olduğu gibi özerk ticaret kentlerinin oluşması da söz konusu olamadı.
Konuya ilkel sermaye birikimi açısından bakıldığında, 17. ve 18.yy.da Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir hayatı vardı. Dolayısıyla ticaret ve yüksek faizle borç verme (tefecilik) faaliyetleri sayesinde parasal servetler biriktirilebiliyordu. Yani, parasal birikim eksikliği yoktu. Ama egemen bürokratik despotizm, kırın meta üretimine (pazar için üretime) özgürlük tanımadı, dolayısıyla Avrupa’da olduğu gibi kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin gelişmesi mümkün olmadı. Devlet yönetimini ele geçirmiş olan yüksek bürokrasi ve giderek kırsal alanda etkin olan ayan, derebeyi ve ağa gibi egemen zümrelerinin elinde büyüyen para kaynakları, Avrupa örneğinde olduğu gibi “sermaye” özelliği kazanamadı.
Kentlerdeki ekonomik faaliyetler üzerindeki sıkı devlet denetimin en önemli aracı, ihtisap denen uygulamaydı. İhtisap, zenaat düzeyindeki sınai ve ticari girişimden elde edilen gelirlere devletin kendi saptadığı oranda el koymasıydı. Bu “devlet alacağı” nedeniyle Osmanlı ekonomisinde sermaye birikimi olanaksız hale geldi. Üretimi teşvik edecek uygulamalar da olmayınca fetih devri kapanınca gelir devşirmek çok zorlaştı. İç ticaret sadece daralmadı, faaliyet dalları, birbirleriyle alışverişi olmayan, “küçük esnaf ticareti” düzeyinde kaldı.
Dış ticaret zaten Bab-I Ali tarafından bütünüyle Avrupalı tüccarların eline bırakılmıştı. Onların getirip pazarladıkları mamul mallar, Osmanlı atelye üretimini söndürdü. Rekabet olanaklarını yitiren (veya kazanamayan) Osmanlı girişimcileri, bir de devletin engellemeleri ve sömürücü baskısı altında ne bir serbest pazar ekonomisi yaratabildiler ne de girişimlerini büyütecek sermayeyi biriktirebildiler. Güdük iç pazarın aktörleri olarak bir sınıf etkenliği kazanamadılar. Hep devletin gölgesi altında kaldılar. Başka deyişle, sivil toplumun gelişmesi mümkün olamadı.
Osmanlı’da ekonomi de siyaset de bürokrasinin tekelinde kaldı. Osmanlı bürokrasisinin gücü, özel mülkiyet sahibi oluşundan değil, devlete ait mülkiyeti yönetme yetkisinden kaynaklanıyordu. O nedenle tüm söylemi, varlığını ve konumunu meşrulaştıran “devleti kurtarma” iddiası üzerine kurulmuştur. Bu iddia hep egemen bürokrasiye (devleti yönetenlere) ayrıcalıklı ve hesap sorulamaz bir konum kazandırmıştır.
Osmanlı üretken bir ekonomi yaratamadığından Batı’dan aldığı borçlarla varlığını sürdürmek zorunda kaldı; hep sermaye açlığı çekti. Sanayileşemediği gibi tarımını da sermaye üretecek verimliliğe kavuşturamadı. Bu da onun yeni sınıflar kazanmasını, devletin tekelci gücünü dengeleyecek bir sivil toplum oluşturmasını önledi. Ne bir burjuva sınıfı ne de ‘oyun değiştiren’ bir işçi sınıfı ve emekçi örgütleri doğdu.
19. ve 20 yy. da yapılan reformlar (Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet) toplumun her alanına müdahale eden (ettiği için de güçlü görünen) ama despotik karakteri hiç değişmeyen devleti yaşatma çabasından öteye gitmemiştir. Reformlar da aşağıdan değil, ‘yukardan’ değişim çabaları olarak köklü yapısal dönüşümlere yol açmamıştır. Bugün, denetlenemeyen, gücü sınırsız, keyfi yönetimini dizginleyip denetleyecek bir sivil toplumdan mahrum oluşumumuzun ardında böyle bir devlet geçmişi vardır.
Toplumsal yaşamın her alanını kuşatan, belirlemeye çalışan bu bürokratik
yönetim anlayışı, cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmüş, sivil alanın
gelişimine katkı sağlayacak her türlü oluşum ve girişim devlet için tehdit
olarak algılanmıştır. Bu da sivil (resmi dünya görüşünün dışında) bir zihniyetin, yani ana siyasal aktörün devlet değil, toplum olduğu anlayışı; ortaklık bilinci; herkesin birbirinden sorumlu olduğu inancı; adil olmak (adalet) gereği, şeffaflık ve hesap verme bilincinin gelişmesini önlemiştir. Devlet örgütlenmesinin dışında özerk örgütlerin oluşup toplumu güçlendirmesine hep kuşku ile bakılmış, engellenmiştir.
Cumhuriyet döneminde de devletin, yaşamın her alanını denetleme arzusu azalmadı.
Çok partili dönemde sivil toplum alanının genişlemesi beklenirken despotik bürokrasinin yerine iktidara gelen siyasal partiler, toplumu örgütleyip sivil güç alanını genişleteceklerine, bürokrasinin elindeki gücü devralarak yine devlet üzerinden siyaset yapmaya yöneldiler. Kendilerine itiraz edenler hain, karşı duranlar terörist ilan edildi. Birey ve toplum, devletin karşısında yine cüce, yine güçsüz kaldı; devlet kurumları üzerinden toplum üzerinde egemenlik kurmak iştahı, toplumun sivilleşmesini önledi.
Bu süreklilik, 1929-1946 arasında Ankara valiliği yapmış olan Nevzat Tandoğan’ın “Bu ülkeye komünizm gelecekse, biz (devlet) getiririz” cümlesinde somutlaşan ifadesi ile yurt bulamayan ve yüksek kiralar nedeniyle sokakta kalan üniversiteli gençlerin parkta gecelemelerine engel olmaya çalışan polislerin aldıkları talimatla, “Devleti küçük düşürüyorsunuz, gidin buradan” demeleri arasında yüzyıllık benzerlikte görülüyor. Sivilleşmek uzun sürüyor anlaşılan!
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”