2.Dünya savaşı 1945’te bittiği zaman arkasında büyük bir yıkım bırakmıştı.
Hemen her ulustan altmış milyon insan bu savaşta hayatını kaybetmişti.
Bütün bir ekonomi çökmüş açlık ve yoksulluk kıtanın her yanını sarmıştı.
Özellikle Almanya topraklarında taş taş üzerinde kalmamıştı.
Savaşın ağır bedelini tüm Avrupa ödemişti ama Almanya bu bedeli iki kat daha fazla ödemek zorunda kalmıştı.
Hitler faşizmi hem ülkesini ve hem de toplumu bir cehennem ateşinin içine atmıştı.
1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’ya saldırmasıyla başlayan 2.Dünya savaşı, nihayet 2 Mayıs 1945 tarihinde Sovyet Kızıl Ordusunun Berlin’e girmesiyle sona ermişti.
Bu haber üzerine Hitler kaldığı sığınakta intihar etmiş ve böylece insanlık için bir acı dönem sona ermişti.
Türkiye bu savaşa sözde taraf olmamış gibi gözükse de Hitler yönetimiyle diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sürdürmüştü.
Savaş süresi boyunca denge siyaseti izleyen Türkiye, son anda Şubat 1945 tarihinde müttefik kuvvetlerinin yanında yer aldı.
Savaşın her ülkede ekonomik ve siyasal etkileri çok farklı olsa da Türkiye bu savaşta ağırlıkta ekonomik olarak etkilendi.
Bunun sonucu olarak Saraçoğlu hükümeti varlık vergisi gibi vatandaşın parasına ve malına çökme uygulamalarıyla durumu atlatmaya çalıştı.
Avrupa ülkeleri ise savaş sonrası hem ekonomilerini toparlamak ve hem de bir daha böylesi bir yıkım olmasın diye sorunu daha geniş bir perspektifte ele alarak, 1951 yılında bugünkü Avrupa Birliğinin temeli olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu anlaşmasını ve arkasından da 1957 tarihinde bu anlaşmayı pekiştiren Roma Anlaşmasını imzalamışlardı.
Evet, aslında bu tarihi arka planı çok uzak bir tarih olmadığı halde Avrupa ülkeleri ve Türkiye’nin karşılıklı mukayeselerini daha bir yerli yerinde yapabilmeyi kolaylaştırmaya benimde bir katkım olsun diye yazıyorum.
Kömür ve Çelik birliği olarak yola çıkan Avrupa ülkeleri daha sonra bu birliği Avrupa Topluluğu, sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu ve nihayetinde de 1992 yılında imzalanan Kopenhag ve Maastricht anlaşmalarıyla bugünkü Avrupa Birliğine dönüştürdüler.
Türkiye ise bu sürece Roma Anlaşmasını “ki bu anlaşmanın diğer bir karşılığı ise 1959 Ankara anlaşmasıdır” imzalayan ülke olarak katıldı.
Dönemin Menderes hükümeti NATO anlaşmasından sonra bu anlaşmayı imzalayarak, Türkiye’nin yüzünü batıya döndüğünü ilan etmiş oldu.
Avrupa ülkeleri ekonomik iyileşmeye ve dayanışmaya olduğu kadar demokrasi alanında da radikal adımların atılmasının önemini daha o yıllarda fark ederek hukuk devleti ve insan hakları alanında önemli gelişmeler gösterdi.
Özellikle sol ve sosyalist partiler ve işçi sendikaları bu demokratikleşme sürecinde çok önemli katkılar sağladılar.
Şimdi…
Türkiye’nin Avrupa macerası Özal döneminde ivme kazanmış ve Türkiye 1987 yılında AB’ye tam üyelik başvurusunda bulunmuş, ve Avrupa, bu başvuruya ancak 1999 yılında olumlu yanıt verebilmişti.
Bu gelişmenin arkasında AB, Türkiye ile 2005 tarihinde tam üyelik görüşmelerine başlamıştır.
Düşe kalka giden görüşmeler son yedi yıldır donmuş durumdadır.
Çünkü daha sonra Ak Parti hükümeti ve devlet dahil AB sürecinin iktidarlarını paylaşmak anlamına geleceği nedeniyle süreci sabote etmiştir.
Son olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin, tam olarak ne olduğu henüz anlaşılamamış ancak bu girişimin yarattığı tahribat halen devam etmektedir.
Evet…
Geldik işin püf noktasına…
Tabi bu arada hiçbir batı Avrupa ülkesinde “memleket elden gidiyor” diye ordular yönetime el koymamıştır.
İşte bizi bugün Avrupa’ya göre her alanda geri bırakan en önemli nedenlerin başında bu geliyor.
Askeri darbeler, Türkiye’yi her alanda geriye götüren ve ağır toplumsal tahribat ile yaratılan yıkıcı etkileri olmuştur.
Askeri darbeler sadece seçilmiş hükümetlere karşı değil hemen hayatın her alanında dinamik, üretken kesimlere karşıda yapılmıştır.
Özellikle üniversiteler, basın ve sanat dünyası her askeri darbede ağır kayıplar vermiş ve bunun yıkıcı etkilerini atlatamamışlardır.
Diğer yandan ise sol-demokrat kesimlerin, yayınların bastırılması ve yaygın tutuklamalar toplumsal alanda sivilleşme ve siyasallaşmanın engellenmesine neden olmuştur.
Her on yılda bir yaratılan bu tahribat sonucu, Türkiye ne bilimsel alanda, ne sanatta ileriye gidebilmiştir.
Ayrıca sivil ve politik toplum olmak için ortaya konulan çabalar ise her darbe döneminde dağıtılmış ve ortaya konuşmayan, yazmayan ve itiraz etmeyen itaatkar bir toplum çıkarılmıştır.
Basında gazeteciler susturulmuş, tutuklanmış, işkence görmüş ve toplumun haber alma ve aydınlanmasının önüne geçilmiştir.
Muhalif olan kitaplar ve filmler yakılmış sanat ve edebiyat adeta devletin aparatı durumuna getirilmek istenmiştir.
Her darbede gerileyen Türkiye, bugün ekonomik kriz, ağır demokrasi sorununa oradan basın özgürlüğü, hak ihlalleri ve yargıya kadar dünyanın en kötü durumunda olan ülkeler içinde yer almaktadır.
Bunun açıklanabilir çoklu nedenleri olabilir ama en bilinen nedeni, devleti elinde tutan güçlerin gerçekten demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti istememesi ve bunun da kendi iktidarlarını zayıflatacağını ve giderek de yok olacaklarını bildikleridir.
O nedenle güçleri oranında ayak diriyorlar.
Bu güçler hemen her gün dış düşman hamaseti ve üzerinden beka sorunu üretirken diğer yanda ise milliyetçi, şoven propaganda ve din-mezhep sömürüsüyle geniş kitleleri kontrol altında tutmaya çalışıyorlar.
Diğer yanda ise sokak serserileri ile siyasetçi, sanatçı ve gazetecilere saldırarak gözdağı vermek istiyorlar.
İktidarı elinde bulunduranlar adeta bir çete gibi ne anayasa ve ne yasaları dikkate almayarak tam bir zorbalık rejimini sürdürüyorlar.
Meclis, muhalefet, medya hayatın tüm alanı üzerinde kurulan bu zorbalık rejimi, yargıyı bir iktidar aparatı gibi muhalif olanların başında “demokles’in kılıcı” gibi sallıyor.
Bu zulüm rejiminden ancak özgürlükçü bir demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir siyasi düzeni hedefleyerek çıkabiliriz.
Sorun sadece Ak Parti, MHP iktidarından kurtulmak sınırlı tutulamaz.
Sorunu yeni, demokratik ve sivil bir anayasa ve toplum sözleşmesini en geniş katılım ile yaparak, yeni bir demokratik düzen kurularak aşılabilir.
Yoksa tekrar, tekrar aynı noktaya gelir, dayanırız.
Bunun için, bu hedef için en geniş siyasi ve toplumsal birliği ve dayanışmayı örgütlemeliyiz.
Şimdilik diyeceklerim bu kadar.