Koca bir ülke, üç vakte kadar ne yöne gideceği ve insanların başına ne felaketler geleceği belli olmadan karanlık bir dehlizin içinde debelenip duruyor.
Çoktandır yazılarıma bu benzer anlamlarda ifadeler kullanarak giriş yapıyorum.
Bıktırıcı ve üstelikte çok sıkıcı ve hatta gına geldi, ne dersek diyelim etrafımızı sarmış olan bu boğucu siyasi iklim ve hat safhada olan toplumsal gerilimi bu sözlerden başka ifade edecek bir şey bulamıyorum.
Bu siyasi kaosa birde ekonomik yıkım eşlik ediyor olunca bu sefer sağlı sollu yumruklar alan bir boksörün sersemliği bile bunun yanında hafif kalıyor.
Ne siyasi ikilimin ve ne de ekonominin düzeleceğine işaret eden en ufak bir emare yok.
Örnek mi?
Umutlanmıştık ama yine olmadı, yine hüsran ve karamsarlıklar içinde bırakıldık.
Ve Osman Kavala’yı yine bırakmadılar.
Oysa Erdoğan bu duruşmanın öncesinde AB Türkiye büyükelçilerini toplamış ve o toplantıda “AB üyeliği stratejik hedefimiz” demişti.
Her ne kadar Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını isteyen on ülkenin büyükelçilerini “istenmeyen adam” ilan edilmesini istemiş olsa bile bu açıklamayı en azından ben “Kavala’yı serbest bırakacaklar” diye hayra yorumlamıştım.
Ama öyle olmadı.
O fasıldan dolandık bugüne geldik ve gündem su gibi akıyor.
Siyasette gündem seçimler olsa bile ittifakların genişleme ve oy tabanlarını genişletme çabaları hızla devam ediyor.
Ancak çok kişi farkında mı bilmiyorum.
Herkeste bir seçim havasıdır gidiyor ama…
Seçimler erken mi olacak? Zamanında mı olacak? veya olmayacak mı?
Üçlü bir denklem ve soru yumağı ile karşı karşıyayız.
Ben her defasında seçimlerin bu yılın içinde olabileceğini söylüyorum. Haziran veya Kasım ayı gibi olacağını öngörüyorum.
Ancak ekonomiden, demokrasi sorununa ve orada uluslararası sorunlara kadar süren açmazlar öyle bir katmerli hal almış durumda ki bu koşullarda iktidar erken seçimlere gitmeyi göze alamaz ve seçimler normal süresinde yapar veya yapar mı?
Bu görüş ağırlık kazanmış olsa da şeytan ayrıntıda gizli misali seçimler bir yolu bulunur da ertelenebilir ve sonra yine ertelenir mi?
Ve sonrada seçimsiz bir döneme girilir mi?
İşte bu son seçenekte artık masada ve konuşuluyor olmalıdır.
Bu büyük belirsizlik aynı zamanda ekonominin üzerinde ağır bir olumsuz baskı yaratarak güven vermeyen bir ülke durumuna düşürüyor.
Bu güvensizlik uluslararası piyasalarda kredi bulmayı zorlaştırırken kimse uzun vadeli ve düşük faizli kredi vermeye dahi yanaşmıyor.
Durum böyle olunca Katar ve BAE gibi Arap beyliklerin kapısında el avuç açmaktan başka çare bırakmıyor.
Oysa Türkiye, bu beyliklerin kapısında el avuç açacak ülke değildi ama bu duruma Ak Parti iktidarı tarafından düşürüldü.
AB üyeliğini elde etmeninin ve onun yaratacağı tüm fırsatları ağırlıklı olarak kendi bilinçli politik tercihleri sonucu elinin tersi ile itti.
Şimdi “AB üyeliği stratejik hedefimiz” demenin hiçbir inandırıcı tarafı kalmadı.
Dün istenmeyen adam ilan ettiğin AB büyükelçilerine karşı bugün yönümüz Avrupa demek kimse tarafından ciddiye alınacak bir ifade olmamaktadır.
AB üyeliğini elde etmiş bir Türkiye olabilseydik.
Yani 2010’larda bunu başarabilseydik.
Hukuk devleti ve demokratik alanda gerekli olan adımları AB kriterleri ölçüsünde atabilseydik.
Bugün bırakın ekonomik krizi Türkiye 2023 hedeflerine bile ulaşabilirdi.
Yani 1 trilyon GSMH,500 milyar dolarlık ihracat ve kişi başına 25 bin dolarlık hedeflerine varabilirdi.
Ama devleti elinde bulunduranlar kurdukları saltanat düzeninin bozulmasını istemediler.
Bunun diğer bir anlamı, halkın çıkarına olan bir düzeni de istememiş oldular.
Şimdi ne oldu?
Arap beyliklerinin kapısında rica minnet swap anlaşmaları, emanete şartlı alınan dolarlar, bu paraları müteahhitlere peşkeş çekmek, ayrıca kur dengelerini sağlamak için arka kapıdan dolar satmak, tüm toplumun ve daha doğmamış çocukların rızkını bugünden geleceğe ipotek altına almak…
Evet…
Ve Türkiye Cumhuriyetinin resmi parası artık resmen Amerikan dolarıdır.
Yerli ve milli hükümetin memleketi getirdiği diğer bir nokta da işte burasıdır.
O zaman geriye ne kalıyor.
Camide çıkıp “Hz.Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir.” demek kalıyor.
Bu sözleri anayasasında laik, demokratik hukuk devleti yazan ülkenin Cumhurbaşkanı bir sanatçıya karşı söylüyor.
Sezen Aksu’ya…
Yıllardır sahnelerde kaset ve plaklarda halkın sevdiği bir sanatçı, şarkıcı…
Şer-i cezalandırmalar arasında dil koparmak yok diye biliyorum.
Ancak bu açıklama ile bu ceza da artık selefi İslamcı teröristler tarafından uygulamaları arasında yer alır diye düşünüyorum.
Birde adı geçen şarkıda ki “bu arada beş yıl önceki bir şarkı” cahillik için sadece Hz.Adem için denilmiyor, işin içinde Havva anada var. Ona niye sahip çıkılmadı.
Kadın olduğu için herhalde…
Beş yıl önce yayınlanmış bir şarkının sözleri neden şimdi gündeme getirilir.
Bu işin siyasi ve en anlamlı yanı…
Adem ve Havva, din kitaplarında ilk insanlar olarak kutsanıyor ve tüm insanlığın Adem ile Havva’da türediğine inanılıyor.
Bu herkesin kabul etmesi zorunlu bir inanç olamaz.
İkincisi din ve dini ritüeller ifade özgürlüğü kapsamı dışında eleştirilemez şeyler olamazlar.
Hele o ülkenin anayasasında laiklik varsa ve ifade özgürlüğü güvence altındaysa hiç olamazlar.
İşte tam bu noktada ifade özgürlüğüne sahip çıkacak bir muhalefete ihtiyaç var.
O muhalefeti şimdilik göremedik.
Evet..
Bitmedi, içerde aslan dışarda kuzu kesilen iktidar, kendisine yakışan hukuksuzluk ve zorbalıklara devam ediyor.
Ve gazeteci Sedef Kabaş…
Kabaş çıktığı bir TV programında “Çok meşhur bir söz vardır; Taçlanan baş akıllanır diye, ama görüyoruz ki gerçek değil. Ya da tam tersi bir söz vardır. Büyükbaş hayvan bir saraya girdiği zaman o kral olmaz. O saray ahır olur.” demiş…
Tüm iktidar erkanı, en küçüğünden en büyüğüne ve topu tüfeğiyle birlikte ayağa kalkarak bu açıklamaya karşı adeta bir linç uyguladılar.
Bu hakaret kabul edilemez diye.
Ve gecenin bir yarısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “gece yarısı artık operasyonlar olmayacak” demiş olmasına rağmen evler basıldı ve kişi apar topar emniyete getirilerek rutin bir hukuksuzluk daha sahneye konuldu.
Aynı iktidar çevreleri Cumhurbaşkanının adeta diline pelesenk olmuş (alçak, vatan haini gibi) hakaretleri bir gün olsun bile dile getirmezken, yine “mal bulmuş mağribi gibi” işin üzerine çullanıverdiler.
Sezen Aksu olayında olduğu gibi tüm bu açıklamalar evrensel hukuk ve anayasa açısından ifade özgürlüğü kapsamında açıklamalardır.
Ancak pireden deve yaratma ihtiyaçları olduğu için bu provokasyonlara ihtiyaç duyuyorlar.
Bir örnek verecek olursak; Abdullah Gül döneminde Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle 195 kişi mahkum olmuş, bu sayı Erdoğan döneminde 12.888 mahkumiyete çıkarak tüm zamanların zirvesini yapmıştır.
Tam 66 kat artış göstermiştir…
Son olarak, Erdoğan sadece gündemi değiştirmek için yapmıyor bunları, aynı zamanda daha despotik bir rejime doğru gitmek içinde bu adımları atıyor.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”