Senli benli yazılar yazmanın zamanıdır. Çünkü sen olmadan ben olamıyorum. “Sen”, “ben”den önce gelirsin. “Sen” yoksan, “ben” yokumdur; ”O” ise uzaktır, bize kastedendir ve bahsimizden hariçtir.
Kimi zaman benimle aynı duraktan otobüse biniyorsun. Kimi zaman bankada sıra beklerken hemen önümdesin. Arkadaşımla buluşacağım simit salonunun önünde, dakikaları hissetmemek için bir sağa bir sola yürürken, yanımdan geçiyorsun. Şeker etrafındaki karınca gibisin. Günlük telaş içinde koşuşturuyorsun beni fark etmeden.
Ben seni, senden ayrı bir parça olarak görüyorum. Sen ise beni gördüğünü sanıyorsun. Ben senin bir parçan değilim farkında mısın bilmiyorum? Sanmıyorum. Ama ben farkındayım sen olamadığımın. Anlamanı istiyorum artık, sana ihtiyacım var. Aynı gemide değiliz diyenlere inat sana bağırıyorum. Lütfen sen de sesime ses olmayı dene.
Kimsin sen? Nerede duruyorsun, bilmiyorum? Halbuki Nuriye Gülmen metroda bağıra bağıra anlatmıştı. ”KHK ile ihraç edilmiş bir akademisyenim. Türkiye’de benim gibi haksız yere işsiz kalan onbinlerce insan var.” demişti. Sen, ses vermediğin için hapse girmişti, hala çıkmadı. Yapabileceklerin varken suni sıcaklıkların soğuk iklimine neden kanıyorsun?
Sen, vicdanına susmayı emrediyor, baktığını görmüyorsun. Bu sebeple suçlama cümlelerimin vazgeçilmez öznesisin sen. Beni yalnız bıraktığın için başımıza her ne geldiyse sebebi sensin. Halbuki sen, beni kendinle bütünleyip asla tekrar birinci tekil şahıs cümleleri kurmamamı sağlayabilirsin. O zaman güçlenir ve ”onlar”dan hak talep edebiliriz. Ama biz kadar sıcak olmayan, bizden daha uzak bir tanımlama ile yalnız ”sen” olmayı seçiyorsun.
Ağaçlar kesildi, yeşil bozuldu, imar ateşi ormanları sardı, denizler boğuldu, bebekler hapsedildi, çocuklar panzerler altında ezildi, üniversite kapılarına kelepçe vuruldu, gazeteciler müebbetle yargılandı, kaçırılan babalarının yolunu gözleyen evlatların sesi duyulmaz oldu, ekmek almaya giden çocuklar vuruldu, anneler çıplak elleriyle toprağın altında adaleti arar oldu, adaletsizce mahkum edilen gencecik bedenler atıldıkları zindanlara açlık oruçları ile karşı dururken can verdi, çağdaş Neronlar şehirlerimize musallat oldu… Daha ne olmasını bekliyorsun ki?
Bu yaşatılanların her biri senin için ibret alınacak olaylar cümlesindendi. Şükürler olsundu ve neyse ki bu yaşananlar senin başına gelmiyordu. Herkesin evine ateş düşerken, senin üstüne sessizlik yürüdü. Nasılsa ölen ötekiydi…
“Öteki”nin toplum içindeki yerine ilişkin çalışmalarıyla ünlü Fransız antropolog Marc Augé (1994), özellikle ötekilerin anlamının günümüzde ne olduğunu tartışır ve farklılığı hoş görme kapasitesinin giderek azaldığı modern toplumlarda “ben kimim” sorusunun, yeni ötekiliklerin yaratılmasını kışkırtan bir soru olduğuna işaret eder.
Augé göre, insan grupları günümüzde sordukları “ben kimim” sorusuyla, kollektif kimliklerine sağlam bir zemin aramaktadır. Bunun sonucu olarak da, sürekli ötekiler icat ederek -milliyetçilik, bölgecilik, aşırı dincilik, cinsiyetçilik ve etnik kimlik- kendilerini bölüp parçalamaktadır.
Edebiyat teorisyeni ve kötülüğün tarihçisi: Tzvetan Todorov, Amerika’nın fethi: Öteki Sorunu (1985) adlı eserinde, ötekinin öteki olarak kurulmasının tek sorumlusunun ‘ben’in ve ‘biz’in bakışı olduğunu şu şekilde vurgular: “Ben”in ötekini keşfinden söz etmek istiyorum.(…). Ötekileri kendinde keşfedip, homojen bir töz olmadığımızın ve kendimiz olmayandan radikal bir şekilde ayrıldığımızın farkına varabiliriz: Ben ötekidir. Ama ötekiler de bendir: Benim gibi öznelerdir; Oysa, onları benden ayıran ve farklılaştıran sadece benim bakış açımdır” der.
Fiziksel ve zihinsel engelliler, Aleviler, Kürtler, seks işçileri, uyuşturucu bağımlıları, ”namus ihlalcileri!” kadınlar, eşcinseller, gayri meşru çocuklar, başörtülü öğrenciler, çarşaf giyen kadınlar, KHK ile işinden atılanlar, terör yaftası yiyerek toplumdan dışlananlar.. Ötekileştirmek toplumun hüneri değil midir?
Kolay değildir ve dayanamaz herkes. Çünkü “öteki” olmak çok can yakar. Ben öteki olurken ”sen” neredesin? Benim dışımdaki; ben gibi olmayan, ben gibi düşünmeyen, ben gibi giyinmeyen, ben gibi yemeyen, ben gibi müzik dinlemeyen, ben gibi üzülmeyen, ben gibi sevinmeyen, ben gibi yürümeyen, ben gibi koşmayan, ben gibi bakmayan SEN..
Ayrımcılığın körüklenişiyle dışlanmaması gereken ben için sen, İnsan hakları üzerine kurulu liberal bir toplumun sahip olması gereken dayanaklardan birisin. Her türlü ahval ve şeraitte dahi, SEN sivil toplumun kendine sağladığı yollardan (seçimler, dernekler, basın-yayın organları..) tepkini göstererek, benim ve senin değerlerine sahip çıkabilirsin. Yargı organlarının ayağa düştüğü yerde hukuk devletinin vazgeçilmez şartı olan temel hak ve özgürlüklerin korunması, sana düşer.
Unutma!
Normalde görünmeyen, farkında olmadığımız şimdiki iktidar ve muhalefet eliyle bilerek geliştirilmemiş Toplum Bilinci ”SEN” benimle olmadan olmaz.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”