Arılar ortalıktan çekildiğinde hayatın sona ereceğini söylüyor bilim insanları. Ben de, edebiyat yok olmaya başlarsa, manevi hayatın can çekişerek biteceğini ve eğer gerçekten ölümden sonra daha iyi bir yer varsa, ruhlarımızın o yere gidecek yolu bulamayacağını düşünürüm. O nedenle çok sevdiğim yazarların ya da isimlerini henüz duyduklarımın, hiç fark etmez; yeni bir kitabın çıkacağı haberi çok heyecanlandırır. Hele ki Türkçemde ise bu yeni kitap, bir kat daha mutlu olurum; anadiline aşık her insanın, her kitapla yaşadığı ve her zaman biri diğerinden farklı o hazzı bilirim çünkü.
Ve bu ülkede, hapisteki bir genç adamın, muhtemelen Türkçe bilmeyen annesiyle, kendi anadilinde, Kürtçe yaptığı bir telefon görüşmesi yüzünden disiplin cezası alıyor olmasının utancıyla gölgelenir bu haz her seferinde. Bu coğrafyanın farklı anadillerinin, acılarını bir nehir kıyısında yıkamaya gitmiş kadınlar gibi, birbirilerinin saçını örerek gülüştüğü bir zamana dair direncimi; hissederek anlamaya çalıştığım Anadolu dillerinden şarkılar dinleyerek diri tutmaya çalışırım, yetmeyeceğini bilerek.
Yeni kitaplar geliyor demiştik; çok severek okuduğum Mehmet Eroğlu’nun “Meraklı Adamın On Günü” adlı yeni romanı kitapçılara ulaşmak üzere mesela. Nobel aldığı için dayak yemediği kalan Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” mart ayında okuyucusuna kavuşacakmış. Ahmet Ümit, “Kayıp Tanrılar Ülkesi “ adlı romanını şubat ayına yetiştirememiş ama en geç Haziran’da okumak mümkün olacakmış. Ne güzel haberler, “Şunu da okumadan ölmeyeyim” dediğim bile olur bazen, abartmıyorum.
Haberler güzel, yeni kitaplar güzel, yazarların muhtemel doğum heyecanları güzel; ama her şey güzel mi?
Bakalım öyle mi?
Dünyanın hapisteki tek romancısı Ahmet Altan, 40 yıldır yazdığı yazılardan bir kaç tanesini dahi okumuş olanların zaten beklediği, tanıyanların zaten şüphe duymadığı ve kendilerinden başkasının haklı, cesur, yiğit olamayacağına inanan ama bir türlü bunu test etme olanağı bulamamış bir kesimin de çok öfkelendiği, mahkemeleri ve tarihi yargılayan savunmalarından birinde, Robert Müsil’in 11 Mart 1937’de, Hitler Avusturya’ya girmeden bir yıl önce Viyana’da yaptığı “Ahmaklık Üzerine” adlı konuşmasından bir bölümü hatırlatıyordu: “Eskiden iyi bilinen bir psikiyatri ders kitabında, ‘adalet nedir’ sorusuna verilen ‘ötekinin cezalandırılması’ yanıtı ahmaklık örneği diye sunulmuştu. Oysa günümüzde bu soru ve bu yanıt üzerinde çok tartışılan bir hukuk anlayışının temelini oluşturur.”
Düşman ceza hukuku dediğimiz bu hukuk anlayışına aşina bir milletiz biz. Dürüst ve ahlaklı olacaksak eğer; bu anlayışın sadece bugünün değil, bizzat milli ve yerli tarihimizin gerçeği olduğunu söylemek zorundayız. Çok geriye gitmeyelim, cumhuriyet tarihinin yargısı tamamen bu “ötekinin cezalandırılması” üstüne kurulmuştur; güce sahip olanın o gücü asla yitirmeyeceği gibi gerçekten hayret edilesi bir inançla, “öteki” kabul ettiği herkesi sindirmek, itaat ettirmek, olmuyorsa yok etmek amacıyla hukuku kullanmış olduğu bilinen ama nedense çok söylenmeyen bir geleneğimizdir. Çünkü, kendisine dokunulmadıkça diğer ötekilere ne olduğu çok umursanmaz, hele ki kendilerinin iktidarında yapılanlar her zaman meşru, mutlaka vatanın bölünmez bütünlüğü içindir.
Peki, “ötekinin cezalandırılması” sadece hukuka dair bir mesele midir? Sadece iktidarların, güç sahibi olanların sevdiği bir şey midir? Öteki dediğimiz kimdir ya da nedir?
Kitapların ötekileştirildiği bir toplumda yaşadığımızı kabul ederek başlayalım mı örneğin?
Ahmet Altan’ın hapiste yazdığı ilk kitap “Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim”, yazarının koyduğu isme isyan eder gibi bütün dünyayı gördü, hayranlıkla karşılandı, ödüllerle ağırlandı; bir anlamda dünyayı görmek bir yana, onu fethetti. Hapiste doğan ikinci kitabı “Hayat Hanım”, aynı yolda, alımlı bir kraliçe gibi yürüyor, çok yakında dünyanın bütün dillerinin ortak tahtına, okumak dediğimiz eylemin tartışmasız krallığının tahtına, edebiyatın Babil Kulesi’ni yıkan büyüsüyle oturacak. Ve yeni romanını da bitirmek üzere Ahmet Altan; daha biri yayımlanmadan diğerini coşkuyla bekleyen dünyaya müjde fısıltıları uçtu bile.
Peki, biz neden anadilimizde yazılan bu kitaplardan mahrum kalıyoruz, neden bu büyüye ortak olamıyoruz, neden öz evladını başkasının büyüttüğünü izlemek zorunda kalan bir anne gibi anadilimiz, neden?
Bu sorulara bin tane yanıt verebilirim; ama asıl sormak istediğim sorular zaten bunlar değil. Asıl sorun da bence bu değil; çünkü, yine tarihin her döneminde yaşanmış bir aydın düşmanlığının tekerrür ediyor olmasına isyan etsem de, sebebini bildiğimden merak etmiyorum. Merak ettiğim şu; bu ülkenin edebiyatçıları, edebiyat kurumları, Yazarlar Birliği falan ve tutkulu edebiyat okurları neden bu soruları sormuyor? Bu ülkenin en çok okunan yazarlarından birinin neden beş yıldır hapiste tutulduğunu diyelim ki bir çok gerekçeyle sormuyor ya da soramıyorlar; peki “Ben bu kitapları neden okuyamıyorum, bu kitaplar neden bu ülkede basılmıyor?” diye sormamak bütün bu insanları ya da kurumları nerede konumlandırıyor? Nerede edebiyat tutkusu, nerede aydın ahlakı? Ne farkı var kitapları yakanlarla, kitaplara sahip çık-a-mayanların ?
Bir yazarı “öteki” yapan şeyi anladık diyelim, bir kitabı “öteki” yapan şey nedir?
Yazarına sahip çıkamıyor olmayı korkuyla, ilgisizlikle, kişisel menfaatleri koruma kaygısıyla, başka türlü bir gerçeğin olamayacağına dair ancak cehalete dair bir dogmayla, gerçekten cehaletle, kişisel bir kin ve öç alma duygusuyla, kıskançlıkla ya da asıl suçluları gizleme çabasıyla gerekçelendirmek mümkün olabilir; tiksinti vericidir ama anlaşılabilir. Fakat, bir kitaba sahip çıkılmamasını, üstelik aydınlanmış olmaya ait bir egoyla yaşayan, hatta edebiyata dair olan, olmadı en azından “iyi bir okur” olduğu iddiasıyla entelektüel tatminin tam ortasında duran birilerinin açıklamaya kalkması dahi, gerçekten kabul etmek zorunda olmadığımız bir toplumsal düşkünlük değil mi? Entelektüel mastürbasyonun arzu nesnesi nedir aslında öte yandan?
“Ötekini cezalandırmanın ahmaklığı”nı, o anın iktidar sahibine söylenmiş, muhalif gibi duran ama sistemle kavga etmekten itinayla kaçınan, hadi diyelim ki çekingen bir kaç cümleye ya da “Her konuda sessizim, sadece edebiyat yapıyorum” özrüne bağlamaya çalışanın, entelektüel ahlak bahsinde sınavda kaldığını elbette çoğu kabul etmeyecek ve bu hiç bir şeyi değiştirmeyecek. Tıpkı, Kürtçenin kaderini sadece müthiş bir kederle izlemeye devam etmenin hiç bir şeyi değiştirmediği gibi.
Arılar hala uçuşuyor, yeni kitaplar çıkıyor, hayat devam ediyor; ne güzel!
Bazı kitapların yazarları hapishane duvarlarının ardından cümleler göndermeye devam ediyor; Babil Kulesi yıkılıyor bir büyüyle ve hayat daha da güçlenerek sürüyor. Ruhlarımız, gerçekten varsa, o çok güzel başka yerlere göç etme zamanı geldiğinde, bu cümlelere tutunarak göç edecekler.
Kitapları yakanlarla, kitaplara sahip çıkmayanların ruhlarına ne olacağı açıkçası umurumda değil….