İnsan olmak zor.
Bu zorluğu modern ötesi çağda birbirini aratmayan insanlık hezeyanlarına şahit olarak her gün yeniden hissediyor, insan kalabilmek için çırpındıkça yerin derinliklerine çakıldığımızı zannediyoruz.
İnsanın özüyle ilgili tespitler çok; en bilindik olanlardan biri on yedinci yüzyılın önemli siyaset filozoflarından Thomas Hobbes’a ait: İnsan insanın kurdudur…
İtiraf etmem lazım; uzun süre düşünce atmosferimden uzak tuttuğum bir söz bu. İnsan doğasının karanlık tarafına olan yabancılığımdan kaynaklanan bir saflık ve cehaletle dostlarımın çokluğuyla övündüm yıllar boyunca. Bu çocukça övünç 2016 yılına tekabül eden kuyuya atılma hikâyeme kadar da devam etti.
Kuyuya atıldıktan sonra dünya başkalaştı. İnsanlı dünyaya depderin ve kapkaranlık bir çukurdan baktığınızda öncekinden bambaşka bir manzara görünüyor. İnsanlı dünyanın sakinleri yere, yani diplere bakmayı sevmiyordu; onların gözleri hep yükseklerdeydi. Yanlış anlaşılmasın; gökyüzünün engin derinliklerine değil yapay güçlerle dikilmiş gökdelenlere, ihtişamlı masa ve sandalyelere bakmayı tercih ediyordu toplam.
Kazara gözü takılıp görüş alanına girdiklerimiz ise bulaşıcı bir hastalık kaynağına yaklaşmışlar veya temas etmişler gibi tiksinti ve korku dolu bir ifadeyle kuyu ahalisinden uzaklaşıyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre bu hâl insan doğasının en bilindik özelliklerinden biriymiş. Düşenin dostunun olmadığına, düşmemek için gerekirse başkalarının ayağına çelme takılması gerektiğine dair bilgiler insanlık kitabının en önemli ilkelerindenmiş. Kütüphanemde kitabın bu cildi yoktu, adını duymuş ama inceleme gereği bile hissetmemiştim.
Kuyunun dibi, insaniyete dair ilkelerin yeniden inşa edilişine şahit olduğumuz önemli bir laboratuvardı. Aslında bu inşanın keşfi insanlık tarihi kadar eskiydi. Çağa özgü şahitlikler konuya yeni ve modern kavramlar ekliyordu sadece.
Bir gariplik vardı yine de anlamamakta direndiğim: Kuyuya atılmadan önce erdem, ahlâk ve faziletten dem vuran, sosyal adalet ve insanlık temalarını dilinden düşürmeyen, çıkar çatışmalarının insanlık dışılığına dair etkileyici söylevler veren dostlarım vardı benim. Kendilerine yürekten inandığım.
Başta kendimden kaçsam ve konuyu anlamamakta dirensem de, kaçılacak yer olmadığını görüp hakikatle yüzleştiğimde derin bir utançla Hobbes’tan özür diledim, “Çocukluğuma ver üstat, çiğlik ve cahillik başka bir şey.” dedim.
Koskoca siyaset filozofu saçlarını değirmende ağartmamıştı elbette, lâtif bir edayla beni okşayıp öğrenmeye devam etmemi önerdi.
Yeni bir gözle dünyaya baktığımda dünya gözüme farklı göründü, tıpkı kendim gibi. Farkında olmadan taşıdığım yükler(im)den ve laf kalabalığından arınmış, herkesin kendi yerini bulduğu bir dünya vardı artık…
Bu arada kuyunun içinde gün yüzü görmemiş cevherler olduğunu fark ediyordum, vahşi dünyanın ilkelerine itiraz etmenin kendinden bir parça hâline geldiği kişiler vardı etrafımda.
Hak ve adaletin tesisi için son nefesine kadar mücadele eden insan kurtarıcıları, kelepçelerin soğuk yüzünü göre göre hakikati haykıran Ömer’ler vardı kuyuda. İsim yazmak istemem, hangisini yazsak diğeri eksik kalacak. Onların genel özellikleri hepsinin varlığının delili olsun.
İnsanlı dünyadan başka bir coğrafyaya sürülenlerin elleri birbirini buldu kuyuda; birbirine kurt olmayı tercih eden eski dostlardan boşalan yerler sahici gönüllerle doluyordu. Çok ses vardı ortalıkta, çok renk, çok nefes. Tek renkliliğe alışanların gözü kamaştı önce, farklı sesler kulaklarını tırmalar gibi oldu. Sonra bu doyumsuz musikinin tadına varınca gönüller ana rahminden yeni fırlamış gibi yepyeni bir aydınlığa doğdular.
Kuyu ehlinin karanlığa mum yakan yürekleri yepyeni bir ferle uyandı, “iyi ki, iyi ki” sözleri çoğunluğun sloganı oldu…
İyi ki dostu dost olmayandan, yalancı şafakla sahicisini ayırt ettiren bir kuyudan geçirildik…
İyi ki insanlık kitabının hiç bilmediğimiz ilkelerinin ABC’ sine talim ettirildik.
İyi ki önümüzde isimsiz, namsız ve çalımsız önderler bulduk, tecrübeli bayrak taşıyıcılar…
Masa sandalye sevdasından geçmiş, vicdanlara taht kurma davasına baş koymuş adsız kahramanlar.
Kodeslere sığmayan, demir parmaklıkları yüreğindeki ferle eriten, özgürlük türküleriyle güneşi çağıran yiğitler vardı yanımızda, yöremizde.
Kodesten çıktığı gibi “Nerde kalmıştık? Durmak yorar!” diye haykıran gökyüzü simalı yiğitler.
……
İnsanlık dersinde kalmıştık hocam, insanlığın ABC’sini talim ediyorduk.
Sonraki harf neydi sahi?
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”