Günlerdir yargı reformu konuşuluyor. Bir avukat olarak heyecanlıyım; demek ki bir yargımız olacak, olmayan şeyin reformu yapılamayacağına göre. Yanlış anlaşılmasın, yargının unsuru iken konusu olmamak adına açıklayayım; sadece bugünden bahsetmiyorum, tarihin önümüze koyduğu mirastan bahsediyorum tam olarak.
“Hukuk ve tarih bilincinin yeterince billurlaşmadığı yerlerde, genel bir övünme koşullanmasının abartmalı salçasıyla bilgisizliği kamufle etmek kolaydır. Böyle bir kolaycılığa atılınca da yutturmacılıktır başlayan…” diye yazmıştı Çetin Altan yıllar önce. Yargı gibi meseleleri tarihten bağımsız değerlendirmeye kalkınca, ustanın dediği yere, yutturmacanın sanal alemine çarpmaktan kaçamayız gerçekten. Bu nedenle; “eskiden muhteşem bir yargımız vardı, sonra bozuldu” demekten vazgeçmekle başlayabiliriz belki kendi algımızda reform yapmaya.
Yargıyı verilen kararlarla değil, sistemi ile eleştirmek hala suç değildir diye umarak; henüz ifadesi dahi alınmayan sanık hakkında esasa dair mütalaayı hazırlamış olan savcının, bebekleriyle tutuklanan o kadının, adliye koridorlarında yerlerde oynayarak annelerinin karantina koğuşunu bekleyen yavruların, plastik bir sandalyenin üstünde tek başına ölü bulunan bir mahkumun, boyundan aşağısı felç tutuklunun, muhalif olmak dışında suçu (!) olmayan aydınların ve bütün bu insanların yine hapisteki avukatlarının, geçmişten kalan ve toplumun neredeyse hukuki DNA’sını oluşturan bir mirasa dahil olduklarını görmezden gelmek mümkün mü?
İttihat ve Terakki davalarından, 49’lar, Türkçülük davalarına, Yassıada, 12 Mart, 12 Eylül yargılamalarına, cemaatin güçlü olduğu dönemde yapılan ve sulandırılsın diye bir hayli uğraşılan yargılamalardan 15 temmuz sonrası yapılanlara kadar bütün yargıla/ya/ma/ma sicilimizi gözden geçirmek, en azından adil yargılama denen en temel hukuk ilkelerinden birini hafızamızda tutmaya da yarar belki. Türklere başka, Kürtlere başka, solculara ayrı, sağcılara ayrı hukuk uygulamalarını ve her dönemin değişmeyen “ötekini cezalandırma” şehvetini yok sayan varsa bilemem, ama bugün kendisi “öteki” olarak yargılananların bir zamanlar yargılamak istediği bazı ötekilerin de daha önce öteki olduğunu unutup yeni ötekiler yarattığı, savcıları hapiste iddianamelerle sürdürülen yargılamaların önümüzde durduğu; her dönemin işkence mağdurlarının isimleri değişse de işkencenin varlığını koruduğu ve bazılarının da öteki olmak konusundaki istikrarlı duruşlarından ödün vermediği gerçeği buz gibi duruyor önümüzde.
“Hayata Dönüş” operasyonu yapıldığında iktidarda kimler vardı? Menderes ve arkadaşları nasıl yargılandı ve idam edildi, Deniz’leri kim astı? Diyarbakır Cezaevi cehennemi kimlerin eseri, çıplak aramayı kimler yapıyor? Nazım neden hapisteydi, Sabahattin Ali nasıl öldürüldü? 12 Eylül’de binlerce insan kıyımdan geçirilirken, binlerce faili meçhul hala faili meçhulken ya da 28 Mart döneminde onca haksızlık yapılırken kimler geldi geçti; hukuksuzluk hep kaldı; var mı aksini söyleyecek birileri? Sadece mağdurların kimlikleri değişti, sıraya girdik bekliyoruz işte.
Yani, mesele kişilere ya da kararlara değil, dönemsel güce dayalı uygulamalar da değil, bizzat ilkelere dair bir hukuk ahlakı geliştirmek aslında. Mesela, Anayasa Mahkemesi CHP Milletvekili Enis Berberoğlu hakkında ikinci kez hak ihlali kararı verdi. Her ne kadar Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymak konusunda çok istekli bir ülke olmasak da ; “hukuk uyur ama asla ölmez” diyen atasözünü hiç aklımızdan çıkarmadan, bu kararların uygulanmasa da çok önemli olduğunu bir kere daha söylemek isterim kendi adıma.
Bu kararın açıklanmasının ardından, birbirine yandaş diyen ve bence hepsi başka bir yere yandaş olmaktan kurtulamayan medyada konunun nasıl konuşulduğuna baktım. Bir tarafta şunu duydum; “AYM Anayasayı bir kez daha savundu.” Bu cümle çok hoş görünse de gerçekten irkildiğimi itiraf etmeliyim. Neden mi?
Anayasa Mahkemesi eğer Enis Berberoğlu kararı ile Anayasa’yı bir kez daha korudu ise, OHAL KHK’ları ile ilgili olarak ya da Ahmet Altan ve Osman Kavala kararlarında ne yaptı? Karar bizim istediğimiz gibi olduğunda başka, bizim istemediğimiz gibi olduğunda veya bizi hiç ilgilendirmeyen bir konuda olduğunda farklı mı değerlendireceğiz mahkemenin durumunu? Hele ki, bu kararlar emsal içtihatlar haline geliyorsa.
Bu işin biraz daha öncesi var; Enis Berberoğlu ile ilgili önceki AYM kararına uymayı kabul etmeyen mahkemeye ilişkin durumun ancak bu olay olana kadar konuşulmadığını hatırlayan var mı? Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’e acil cezalar yağdıran, bir türlü konuşulmasa da Ahmet Altan’a aynı yazıdan iki örgüt propagandası çıkarıp üst sınırdan ceza veren, ardından Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD’li avukatların tahliye edilmesinin ardından hemen o dosyaya bakan mahkemeye atanarak, hakkında arama kararı olduğunu öğrenir öğrenmez adliyeye gelen Selçuk Kozağaçlı’yı “kaçma şüphesi” ile ve avukatları duruşma salonundan atarak yeniden tutuklama kararı veren, aynı dosyada “usül nasıl yerle bir edilir” konulu ders niteliğinde bir yargılamaya imza atan, Barış Akademisyenlerine, Can Dündar’a cezalar yağdıran bu mahkeme, Canan Kaftancıoğlu’na verdiği cezayla azıcık kıpırdatabildiği bir kitlenin ilgisini, Enis Berberoğlu kararıyla nihayet çekebildi. Halbuki biz bu arada bas bas bağırıyorduk, ama sesimizi duyuramıyorduk.
Bir tuhaflık daha söyleyeyim; AİHM’nin sadece Selahattin Demirtaş ile ilgili değil, benzer durumdaki binlerce insanla ilgili hukuki değerlendirmeler içeren ve Sayın Demirtaş’ın derhal tahliye edilmesini hükme bağlayan kararı ile ilgili kimler nerelerde neler söyledi biliyoruz. Konu Selahattin Demirtaş olunca başka bir hukuk isteyenlerin “anayasayı bilmem de ahlaka kesin olarak aykırı ama” ,kim bilir akıllarından neler geçiyor?
Bir de bu kararı -doğal olarak- alkışlayan bazı kimselerin “Yahu, 4 yılı aşkın bir zamandır onunla bağlantılı dosyada karar veren, sonrasında yapılan başvuruları karara bağlayan AİHM, Ahmet Altan dosyasını neden bekletiyor?” sorusunu sormayışındaki iki yüzlülüğü nereye koymalıyım, açıkçası bilmiyorum. Doğru, AİHM’de hakimler var, ama belli ki bir yere kadar var. İki ayrı olguyu aynı anda konuşmanın nesi zor?
Peki, “bir mahkeme ne zaman hukuki ahlakından şüphe duyulmayan bir mahkeme olur” sorusu önemli değil mi ?Yukarıda bahsettiğim pek ünlü yargıç ve mahkeme herhangi bir dosyada hoşumuza giden ve hukuki olduğuna inandığımız bir karar verse, bu zamana dek yapılan hukuksuzlukları temize çekmiş mi olacak? Ahmet Altan ve Osman Kavala için, ortada bunca hukuksuzluk varken “ihlal yok” diyen AYM, Enis Berberoğlu için hukuki bir karar verince affedecek miyiz ortada çürüyen bir ceset gibi kokan bu hukuksuzlukları? Demirtaş ve Kavala dosyalarında hukuki manifesto gibi kararlar veren, bir çok kararında yine kendisinin verdiği Mehmet Altan ve Şahin Alpay kararlarına atıf yapan AİHM’nin Ahmet Altan dosyasını ne yaptığını merak etmeyelim mi?
İktidarlar, doğal olarak, yargı sistemini, o iktidarın varlığına ve devamına yardımcı olduğu kararlara bağlı olarak severler; ancak muhalefet dediğimiz şeyin bütün bunlardan bağımsız olarak sisteme dair eleştiri geliştirmesi, sadece kendisini değil, yargı sisteminin mağdur ettiği herkesi kapsayan bir adalet peşinde olması beklenir, yine doğal olarak. Aksi halde iktidar-muhalefet kavramları aynı hukuksuzlukta kaynaşır; yargının yarattığı mağduriyetler de böylece kolaylıkla meşrulaşır. Halbuki muhalefetin yapması gereken bu değildir ve herkes adına adalet kavgası vereceğine inandıramayan muhalefetin iktidar olması mümkün olmaz, olsa da zaten çok bir şey fark etmeyecektir.
Yargıda reform konusunu tarihe sırtımızı dönerek konuştukça varacağımız yeri söylemiştik ya hani; şu an bulunduğumuz yere sırtını dönerek konuşacakların olduğu bir mirasa ortak olmak kimseyi rahatsız etmiyor mu?