İçimden yükselen şu soru üstünde düşünmeye değer (mi): İnsan olmasaydı ne olurdu? Yer, gök, deniz, rüzgâr, nebatat, hayvanat, varlığından haberdar olduğumuz ve olmadığımız her şey olmaya devam etseydi de insan olmasaydı?
Sanırım varlık kendi var oluş kanunlarına göre varlığını sürdürür ve döngüsü bozulmazdı. Bunu insan elinin en az değdiği yerlerin durumundan anlıyoruz. Düzeni bozan, üstelik düzen getirme iddiasıyla kaosu yaratan insan.
İnsanın düzen getirmek iddiasında olduğu mecra öncelikle insanlı dünya. Bu iddia doğrultusundaki talan, ilkel aklın çok ötesindeki bir zamanda temayüz etti. Evrende var olan her şeyin kendi kullanımı için yaratılmış olduğunu düşünen, akıllı varlık olmak bakımından kendi dışındaki her şeyi dönüştürme gücüne ve hakkına sahip olduğunu iddia eden insan, kendi dünyasını kurmakta başarısız oldu.
Bu başarısızlığın temelinde sanırım kibir var.
Varlığı temaşa etme ve ondan anlam çıkarma yetkinliği veren akıl, insana kibri de taşıdı. Bilen -bildiğini zanneden mi demeli- ve öğreten insan, kibrinden rahatsız olduğunda değil de kavram üstünde hoş durmadığı için kibri daha yumuşak anlamlarla meşrulaştırdı. İnsan zihninin ürettiği farklı düşünce sistemleri dinsel argümanlarla da güçlendirilip kitlelere sunuldu.
Akıl ve müzakere gücü kitleyi oluşturan insan teklerinden de sakınılmamıştı. Fakat başta din olmak üzere, insan zihnini uyuşturan argümanların zeki ve ağzı laf yapan insanlar tarafından maharetli kullanımı kitlenin aklını söndürdü. Gerçeklikle algılanan şey arasındaki mesafenin, bilginin ve bilimin putlaştırıldığı bir dönemde bu denli açılması hem şaşırtıcı hem değildir.
Şaşırtıcıdır, çünkü insanlar akıllı varlık olmakta eşittir. Bu eşitlik insanları bilgiye ulaşmada ve kendi kararlarına göre yaşama noktasında da eşitler. Şaşırtıcı değildir, çünkü dinsel dogmatizmin başarılı sunumu ve büyüye olan iflah olmaz ilginin insanlar arasındaki eşitsizliği meşrulaştırması ve yüceltmesi sürecin doğal sonucudur.
…
Böyle bir kurgunun devamını yaşıyoruz.
Kitleler kendilerinden çok daha akıllı ve zeki, bilgili, ön görü sahibi ve davasında samimi buldukları karizmatik otoritelere teslim olduğunda ne yaşanıyorsa onu yaşıyoruz.
Karizmatik otoritelerin yaslandığı alan genellikle din veya siyasettir. Bu argümanlar, kendi inşacıları ve savunucuları tarafından tartışmaya ve eleştirel düşünceye kapatıldıkları anda siyaset tıpkı din gibi bir dogmaya dönüşüverdi.
Devletin ve dinin kutsallığına yaslanan siyaset, bu kutsal şemsiye altında her yaptığını mübah görüyor. Mesela Akşener’in devlet mekanizmasının geçmişte bulaştığı suçlarla ilgili “Devletimin bekası için yaptım, yaptığımın arkasındayım.” demesi, bu şemsiyenin gücünü ve meşruiyetini gösterir.
Kutsal devlet argümanına yaslanarak işlenen suçlarda suçlu, suç işlemeyen ancak siyasal erkin devamı için katledilen yurttaşlardır. Bu algoritmada yüce devlet kutsal olduğu gibi devlet adına cinayet işleyenler de masumdur.
Son yedi yıldır aç aslanların keskin dişlerine bırakılan yüzbinlerce masum insan (KHK’lılar) bu düşüncenin en haysiyetsiz dışa vurumlarından biridir.
Hâkim paradigmanın haysiyet adına haysiyetsizlik yaptığı aslında açıktır, fakat yüce devlet ve din kutsallığının gölgesinde kendi gerçekliğini kaybeden yurttaşın kendi haysiyet mücadelesine uyanıp uyanmadığı şüphelidir.
Hakları hunharca çiğnenen insanlar için haklarını elde etmek, bir haysiyet mücadelesidir. Haysiyet varsa korumak, yoksa kazanmak gerekir.
…
Henüz tam olarak bilinmeyen nedenlerle Ankara’nın orta yerinde öldürülen bir bilim insanının ölüm nedeni bilim insanı kimliğinde değil, ideolojik arka planında aranmaktadır, aranmalıdır da. Bu cinayet, sözün konusu olan dogmatik siyasî gücün kendisini sunmakta hiç beis görmediğinin en açık kanıtlarından biridir.
Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ, merhum Sinan Ateş’in eşinin (Ayşe Ateş) şu sözlerini kamuoyuyla paylaştı: “Beni öldürmediklerine pişman olacaklar!”
Böyle bir acıdan sonra çocuklarıyla birlikte yaşamaya maruz kalan bir kadının bu cümlesi uzunca analiz edilebilir, ancak yazımın konusu bu değildir.
Bu cümlelerden fışkıran intikam duygusunun muhatapları tarafından ciddiye alınıp alınmayacağı şüphelidir; nihayetinde söz, bir uzun saçlının ağzından çıkmıştır. Burada dikkat çekmek istediğim asıl konu, haysiyet mücadelesinin tezahür farklılıklarıdır.
Yakınlarıyla birlikte milyonlarca insanı katleden KHK hukuksuzluğunun muhataplarının tevekkül olarak tanımladıkları eylemsizliği mi, yoksa henüz kocasının kanı kurumadan kılıcını çeken bir Asena tavrı mı?
Bu soru bile coğrafyamızın insanî bir dünyayı kurmadaki başarısızlığını göstermektedir.
Demokratik bir toplum olma iddiaları ve vaatleri boşlukta birbirine çarparken, kabile kanunlarını bile aratan bir kaos…
Yazının seyrini değiştirmezsem kaosa katkı sağlayacak bir niteliğe bürünecek. Bunu istemiyorum.
Sözün özü şudur: Putlaştırmadığımız bir akılla bütün putları devirme gücüne sahip olan yurttaşlarız. Kendinde bilince ulaşmak hem kendimize hem toplumumuza borcumuzdur.
Başkalarını bilmiyorum ama ben borçlu ölmek istemiyorum.