Neredeyse son bir buçuk aydır reform vaatleriyle yatıyor manifesto beklentileriyle ile kalkıyoruz.
Tamam, iktidar köşeye sıkıştıkça bir yandan “benim işim daha bitmedi” minvalinden umut tazelemek isterken, diğer yandan ise muhalif kesimin üzerindeki baskıyı arttırıyor.
Ayrıca da AB üzerinden bir türlü gelemeyen, siyasi ve ekonomik baskıyı da göçmen tehdidiyle şimdilik önlemeye çalışıyor.
Tüm bu olanlar iktidar ve onun stepnesi olan partinin oy kaybını engelleyemiyor. İktidar partilerinin toplam oyları %40’ların altına düşmüş, Erdoğan’ın kişisel oyu bile %40 seviyelerine gerilemiş durumda gözüküyor.
İktidar, seçmen gözünde giderek kan kaybettiğinin farkında olarak, Ocak ayı ortasında yargı ve ekonomik reform paketlerini ortaya attı.
Bu reform paketlerinin içerik olarak neyi ihtiva ettiği halen bilinmemekle birlikte paketlerin gündeme gelmesiyle beraber ne yargıda ve nede ekonomide işlerin bırakın düzelmesini, genel durum daha da kötüleşti ve daha da kötüleşme yoluna girdi.
Yargı reformu üzerindeki tartışmaların yarattığı “iyimser” hava sonucu, kamuoyunda en azından “AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarını mı uygulayacaklar” diye bir beklenti yarattığı bile söylenebilir.
Hayır, ne o ne bu…
Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala hakkında verilen AİHM kararları uygulanmadığı gibi anayasa hükmüne rağmen bir de kalktılar, “AİHM kararlarının bağlayıcılığı olmadığını” açıkladılar.
Ve bu durum ile bir kez daha anayasanın açık hükümleri yok sayılarak çiğnendiğini gösterilmiş oldu.
Yargı reformu paketinin, hem uluslararası camiadan gelen baskılara karşı ve hem de iç kamuoyuna karşı içi boş bir siyasi atraksiyon olduğu anlaşıldı.
Aslında otoriter rejimler konusunda deneyimli siyasetçiler ve gazeteciler ”orta yerde bir yargı var mı ki onunda reformu olsun” sorusu üzerinden “ümitlenmek için hiçbir neden yok, aksine daha da kötü gelişmeleri beklemek gerekir.” diye ikaz eden yazılar yazdılar.
Ancak yine de umutlanmak duygusunu engellemek mümkün olmadı.
Evet…
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğini düzmece bir mahkeme kararıyla düşürülmesinden tutunda, Cumartesi Anneleri hakkında dava açmak, ve oradan Boğaziçi Üniversiteli öğrencilere karşı kullanılan orantısız polis şiddetine ve oradan da İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararına karşı yapılan gösterilerde adeta “erkek devletin” kadın yurttaşlardan intikam almak için gösterdiği şiddete kadar tüm hak ihlalleri yargı reformu paketinde sonra izlediklerimiz oldu.
Daha da acı olanı ise 12 yaşındaki Hakan Dağdeviren’in lenf kanseri olması nedeniyle ölüm döşeğinde sayılı günleri varken, tutuklu olan anne babasından birini bile tahliye etmeyen bir iktidardan doğrusu adalet, hukuk ve yargı adına bir iyileşme beklemek kanımca boş hayal olurdu ve öylede oldu.
İktidar için yargının anlamı, muhalifleri susturmak, hapse tıkmak ve toplumun geneline korku salarak iktidarını korumak için kullandığı bir yönetim aparatı olmasıdır.
Evet…
Diğer yandan ekonomi paketi de dedikleri şeyde aynı minvalde bir durum yarattı.
Damat’ın başımıza taş olarak düşme ihtimali yoktu ama ekonominin ve Merkez Bankası (MB) rezervi olan 128 milyar doların üzerine bir taş düştüğü herkes tarafından görüldü.
Ekonomide yaşanan bu “damat türbülansı” ekonomi bakanı ve MB başkanının değişmesine neden oldu.
Bu değişiklik ile gelenler aslında gidenlere göre daha doğru işler yaparak, politika faiz oranlarını 200 puan baz arttırdılar ve bunun kur üzerindeki olumlu etkilerine görülerek kur seviyelerini stabilize ettiler.
Gerçi faiz artışı kararı her ne kadar piyasalarda olumlu karşılanmış olsa da kimse de gidip dövizde olan parasını TL’ye çevirmedi.
Neden?
Çünkü yatırımcı, faiz artış oranlarının gerçek enflasyon oranı karşısında hala yetersiz olduğunu biliyor ve birde bu hükümet güven duymadığını biliyor.
Son olarak MB başkanı Naci Ağbal’ın görevden alınması ve damadın tekrardan ekonominin dümenine geçecek olmasıyla ilgili söylentiler, stabilize olan döviz kurlarını yeniden yukarı yönlü yerinden oynattı.
Geçtiğimiz Cuma akşamı 7.21 TL üzerinden kapanan dolar kuru Pazartesi sabahı 8 TL’nin üzerine çıkıverdi.
Ekonomi an itibariyle yoğun bakımda olan bir hastaya benziyor.
Bir kolundan serum, diğer kolundan ise kan veriliyor.
Nefes alamadığı için ise Ventilatöre bağlı entübe ediliyor.
Yani kısacası sadece insanlarımız değil, ekonomimizde adeta COVID19 yakalanmış ağır bir hasta gibi zor günlerden geçiyor.
Defaatle yazdık, çizdik ekonomik-politik bir bütünün iki parçasıdır.
Türkiye insan hak ve özgürlükleri alanın da en azından anayasa ve yasalarına bağlı bir hukuk devleti olmaktan çıkmış, adeta bir kabile devletine döndürülmüş durumdadır.
Bu durumundan çıkamadığı sürece ekonomik alanda ve uluslararası alanda güvenli ve istikrarlı bir ülke durumuna gelemez.
Ve son olarak manifesto açıklaması ve Ak Parti kongresi….
Erdoğan geçtiğimiz Cuma namazı çıkışında basın mensuplarına Çarşamba günü toplanacak olan Ak Parti kongresinde bir manifesto açıklayacağını duyurdu.
Ve haliyle bütün gözler kongreye, Erdoğan’ın yapacağı konuşmaya çevrildi.
Acaba açıklanacak olan manifesto neydi veya ne olabilirdi.
Neyse kongre başladı ve Erdoğan kürsüde konuşmasını yapıyor, herkes pür dikkat dinliyor, dinliyorum.
Dinliyorum ve bir türlü konuşma manifestoya gelmiyor.
Erdoğan bildiğimiz gibi adeta meclis grubunda yaptığı konuşmalardan hiçbir farkı olmayan bir konuşma yaparak, sözlerini bitiriyor.
Sonra aklıma geliyor.
Erdoğan’ın manifestosu zaten belli değil mi sen daha neyi bekliyorsun be ahmak diye kendime geliyorum.
Evet, doğru onun ve iktidarın manifestosu belli, İstanbul Sözleşmesinden çekilmekle, 1 dolar=8TL, %40 enflasyonla, %25 işsizlikle, HDP’nin kapatılması davasıyla, sayısız fezlekenin meclise gelmesiyle, Gergerlioğlu’nun başına gelenleriyle ve tüm dünya ile neredeyse kavgalı olmasıyla onun manifestosu belli…
Asıl olmayan muhalefetin manifestosu…
Özgürlükçü demokrasi, refah toplumu, temiz bir çevre, anayasa ve yasalara saygılı bir hukuk devleti, bölge ve dünya barışını savunan bir ülke, kendi yurttaşlarının her anlamda özgür yaşayacağı bir ülke…
Asıl ihtiyacımız olan kabaca özetlemeye çalıştığım, bizim yani muhalefetin, yani halkın manifestosunun olmadığıdır.