Türkiye değişmek zorunda olsa da değişmiyor. Aksine gerilemelere imza atarak kan kaybediyor. Evet, birçok dinamikten beslenen gözle görülür değişimler var. Her şeyden önce sosyoekonomik ve demografik yapısı değişti.
2000’li yıllara kadar Türkiye demokrasisinin önemli eksiği atanmışların seçilmişler üzerindeki gücüydü. Yargı sistemi ve Türk silahlı kuvvetleri, halkın seçilmiş temsilcileri olan hükümetler ve millet meclisi üzerinde bir güçtü. Artık değil.
12 Eylül 2010 yılı anayasa değişikliği referandumunda oylanan değişikliklerin özü, asker sivil ilişkileri ve yargının gücü, yapısı gibi demokratikleşme konularıydı. Bir boyuttan bakınca Türkiye demokratikleşti, sivil hükümet bugün her zamankinden daha bağımsız. Değişim düşünenler ”EVET” derken aksini düşünenler ”HAYIR” dediler.
Referandumdan evet çıktı. Çoğulcu demokrasiye inanan, liberal bakış açısına sahip bir kısım insanların mevcut hükümete inandığı nokta işte burasıydı. Fakat toplumun yüzde 42 gibi önemli kesimi hayır dedi. Yani çoğunluk değişimi tercih etti, ama bu değişimin eksikleriyle ilgili ciddi endişeler bulunduğu sonucu yüzde 42 ile ortaya çıktı.
Çoğunluğun ülkede yaşayan her türlü azınlığa, sivil hükümetlerin ve güvenlik güçlerinin de muhalefete, bağımsız yargıya ve hukukun üstünlüğüne, düşünce, bilgi edinme ve ifade özgürlüklerine gerçek manada saygı duyması gerekir. Gel gör ki çoğulcu demokrasinin olmazsa olmaz fazlaca boyutu var. Halkın tercihlerini özgürce oluşturmasını bir kenara bırakın halk konuşamaz hale geldi (getirildi).
Güç, el değiştirdi. Sözüm ona sivil hükümet, demokratikleşiyorken dümeni otoriterleşmeye çevirdi. Tüm ülkelerde değişen jeopolitik dengeler ve mülteci sorunu Türkiye’nin konumunu yükseltse de siyasi güç zehirlenmesi yaşayan ülke yöneticileri, bu dengeyi stratejik bir hamle olarak kendi çıkarlarına göre kullandıklarından Türkiye’nin lehine bir dönüşüm olmadı.
Toplumsal barış için çeşitliliğe açık, değişen gerçeklere uygun ve Türkiye’nin önünü açan yeni bir anayasa yaparak ve Kürt halkının kendini daha fazla ifade etmeye olanak tanıyarak demokrasi güçlendirilebilirdi. Olmadı.
AKP hükümetinin de yönetimde olduğu son yirmi yıl yazılan yazılara, üretilen fikirlere bakıldığında ”kritik dönüm odağı” ve ”çözüm noktası”nın Türkiye Cumhuriyeti’nin en yaşamsal kanayan yarasının Kürt meselesi olduğu sıklıkla işlendi.
Eğitimli bireyler, kanaat önderleri, sivil toplum, medya ve kamuoyu Kürt meselesinin tarihsel arka planı hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Bilgi, yazılan çizilenden ibaretti. Olağanüstü dönemlerde belirlenmiş sansür politikaları ve ilmi siyaset sonucunda toplum Kürt meselesinin tarihi konusunda kısıtlı bilgiye sahipti. Bu konuda bilimsel ve akademik yeterliliğe sahip çalışmalar da yetersiz ve güdük bırakıldı.
Elbette birden çok kitap, inceleme ve araştırmalar yayınlandı, tarihsel süreç tartışmalarla dillendirildi. Ancak tümü güncel siyasetin karşıtlıkları penceresinden yorumlanması hatasına düştü. Dolayısıyla Kürt Meselesi, Türk ve Kürt milliyetçiliği, dış güçler, laikler, muhafazakârlar söylemleri arasında sıkışıp kaldı. Bu sebeple Kürt meselesi karmakarışık siyasal bir mesele olarak kaldı.
Diğer yandan karar vericiler, gerekli politikaları üretmediler. Sorun, cesur adımları atmayıp meydanlarda yel değirmenine kılıç sallayarak seslenen Don Kişotlar yüzünden kendi dinamikleri içinde büyümeye devam etti.
Şimdi bulunduğumuz dönemde sağduyulu ve cesur kararlar alınsa bile Kürt meselesinin kısa vadede çözülmesini demokrasiye hasret kaldığımız böyle adaletsiz bir ortamda bekleyemeyiz.
Bugün asker ve yargının siyaset üzerindeki etkisi hukuki olarak bitti.
Kürt halkı, söylem düzeyindeki taleplerini çok net biçimde -siyasal alanda muhatap alınmak arzusuyla- seçmiş oldukları siyasiler yoluyla iletti. Türkiye’nin önünü açacak ve uzlaşma yoluyla kabul edilebilecek legal istekleri ”demokratik özerklik talebi”ne indirgendi. Karar mekanizmalarının şeffaf, sivil siyasetin özgür olmadığı yerde Kürt siyasiler cezaevine gönderildi.
Kürt siyasiler özgürlüğüne kavuşmadan; siyasal, hukuki, etnik ve kurumsal çözümler söz konusu olmayacaktır. Eğer bu ortak yaşama kültürü Kürt halkı üzerinden çözülmezse, sonuçları tahmin edemeyeceğimiz kadar ağır olabilir.
Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”