Krizin ne kadar verimli bir süreç olduğunu hepimiz gördük. Sayın Akşener’in masaya attığı tekme umutlarımıza saplanmış bir hançer etkisi yapsa da çabuk toparlandık. Öyle toparlandık ki nerdeyse böyle bir kriz yaşadığımıza sevinir hâle geldik.
Kendi şahsına münhasır bir toplumuz; coğrafyamız ve kültürel özelliklerimiz kadar siyasal krizlerimiz de bize özgü. Bilmem kaç uygar yönetimi yerinden edecek güçteki 17/ 25 Aralık tapeleri kılımızı kıpırdatamadı. Yolsuzluk ve failleri aklanmasa da milletin yüreğindeki yeri pek sarsılmadı, onlara “çamur” atanlar kodese tıkıldı. Arzu edilen siyasal kadroda çamurun olmaması değil, görünür hâle getirilmemesiydi; bunu sonra anladık.
Toplumsal zihnin bu tezahürü, insana dair ahlâki değerleri içselleştirmediği gibi ahlâk dışılığı normalleştirmesi bakımından sarsıcıydı. Kendi çirkinliğimize ayna tutan bu mesele hiçbir zaman yalanlanmadı, zaten yalanlanması mümkün değildi. Yönetim erkinin bu tarz hatalarla hep malûl olduğu, yapıp edilen hizmetlere şükretmemiz gerektiğiydi toplumsal habitusumuzdan çıkan.
İnsan olmanın yüceliğine bu denli vurgu yapılan dinsel bir paradigmada insanın bu aşağılık hâlinin nasıl meşrulaştırılabildiğinin kesin cevabı yok. Hararetle savunulan, üstelik tek manifesto haline getirilmek istenen dinsel kuralların tam karşısında konumlanan bu eylem haritasının bu denli meşrulaştırılması sadece çıkar duygusuna dayalı olmalıdır.
…
Dinsel metinler insanların kişisel zaaflarını meşrulaştırmaya, hatta bu zaafları erdeme dönüştürmeye imkan veren zengin bir içeriğe sahiptir. Değersizlik duygusunu aşamayanlar “tevazu” kavramının yelpazesinde pekala yüce bir makama çıkabilir. Yalnızca acıdan beslenerek var olabilenler, imtihan dünyasında acı çekmenin zorunlu koşul olması düsturuyla yüceleşebilir dinsel paradigmada.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Son yirmi yıldır içine düştüğümüz kuyudan fışkıran çamur, kendi iç çelişkisini çözmek yerine kutsallaştırılan bazı argümanlarla meşrulaştırılmış ve inananlara sunulmuştur. 17/ 25 Aralık rezaletini reddedemeyen dindar cenah, bu korkunç hâli ya insanî bir hata olarak küçültme yoluna gitmiş ya da İslâm’ı hükümferma yapmak için mübahlaşan eylem retoriğiyle hem meşrulaştırmış hem de kutsallaştırmıştır.
Mevcut anlayışa göre, müslüman kadınların başörtüsüne göz diken bu “zındık” sistemin parasını çalmak, malına çökmek, hatta kadın ve kızlarını cariyeleştirmek mübahtır. Başörtülerini onlarca toplu iğneyle saçlarına yapıştıran iktidar yalakası mücahideler, tesettürlü kadınların çıplak aranmasını doğru ve gerekli bulabilmiş, üstelik konuyu geç ifade ettikleri için bu kadınları ahlak yoksunluğuyla suçlayabilmişlerdir.
Bütün bunlar olmuş ve olanlardan utanç duyulmamıştır. Utanç artık lügatlerimizi terk eden bir kelimedir; öyle uzak bir vadiye fırlatılmıştır ki utanç, çağrımızı artık hiç duymamaktadır.
Gözbağlama ve algı yönetimi, siyasal İslâm’ın mevcut aktörlerinin en başarılı olduğu alandır. Osmanlı hasretiyle yanan ancak neye yandığının çok da farkında olmayan bir kitle, yirmi yıldır dinsizlik cereyanı korkularıyla elde tutulabilmiş, taht sallanmamıştır.
…
6 Şubat depreminden sonra, ülkemin Güneydoğusundan gelen rüzgar iktidar elitlerinin kalbe sığmaz, vicdana uymaz densizlikleri karşısında halkın kendisinden beklenen reaksiyonu göstermediğini işaretliyordu. Bu rüzgar çok da şaşırtmadı bizi. Depremden kurtulup soğuktan ölen yurttaşların yakınlarının kader algısı, bu insanların yüreğini ne denli ısıttı bilemiyoruz. Depremden bir ay sonra bile sığınıcak bir damdan yoksun olanlar hâlâ kutsal devletlerinin haşmetli temsilcileriyle ilgili ne düşünüyor ve eylemlerini ne denli savunuyor, bunu da çok bilemiyoruz.
Güneydoğulu yurttaşlarımız ne düşünürse düşünsün, halkımızın böylesine korkunç bir felakette sağladığı birlik umutlarımıza fer verdi. Başımızda hangi tufan eserse essin, bu coğrafyanın bağrında gelişen insan dokusuna dair umutlarımız yeniden yeşerdi. Aslında somut gerçeklikten hareket etmiyor, sezgilerimizin önderliğinde yol alıyorduk. Güç yetiremediklerimizi kabul edip kendi eylemlerimize odaklandık. Bu hâlimizi sükûnetle seyreden gökyüzü de ketumdu, eylemlerimizi alıp kabul ediyor fakat renk vermiyordu.
Ne olduysa Akşener’in tarihsel tekmesiyle oldu.
Aynaya pek bakmayan, olup biten her şeyi kaydetmeyen fakat aslında zannedildiği kadar da unutkan olmayan milletimiz sonunda kükredi. Bu kükreyiş hep özlediğimiz ve beklediğimizdi.
KHK zulmünde çıkmayan sesler, KHK’lı intiharlarından kıpırdanmayan vicdanlar artık harekete geçmişti.
Hep dediğimiz ancak pek çoğumuz tarafından pek de inanılmayan oldu: Siyasiler yirmi dört saatte derlenip toparlandı, milletin huzurunda edep ve saygıyla arz-ı endam etti.
Yedi yıldır zulüm çukurlarında inleyen yurttaşın sesi hiç duyulmamıştı, çünkü mazlum yeni darbeler yemekten korkmuş, cesaretle haykıramamıştı.
Fakat son umut halesini kaybetme noktasına gelindiğinde kitlesel bir haykırış patlak verdi. Bu haykırış kaybettiğimiz onurumuzu hepimize bulduracak kadar güçlüydü.
…
Şimdiden sonra korkma sırası zalimlerdedir.
Biz muhalif yurttaşlar ve ülkenin yeni yönetim erkine talip olan siyasiler artık korku zilletini aşmıştır.
Mevcut tabloya imzasını atan tek kalem vardır: Halk…
Hep olduğu gibi, halkın attığı imzanın üstünde başka bir imza yoktur ve halktan daha güçlü olmak imkansızdır.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”