Camu böyle özetlemişti intihar kararının ruhsal tezahürünü: Artık çabalamaya değmez! Hangisini saysak “Artık çabalamaya değmez.” diyerek ölüme koşanların. Çabalamak kadar umut ve aydınlık taşıyan hangi eylem vardır? Çabalamaktan vazgeçmekten daha karanlık bir eylem var mıdır?
Birbirine iflah olmaz bir mesafede duran her iki eylem de insani. İnsan dışındakiler fiiliyatlarının faili değildir, çünkü fiil/ faaliyet dediğimiz şey iradeye bağlıdır.
Faillik insana dair kendiliği yansıtamadığı zaman, insanla eylemlerinin ruhu arasındaki mesafe de açılır. Çünkü akletme, düşünme ve eyleme gücüne sahip olan insan, bu yetilerini başka(ları)nın eline verdiğinde artık bu üçlemenin kaynağı değildir.
Ülkemizde yaşanan travmaların merkezinde iki belirgin duruş var: İnsani melekelerini gücün sultasına teslim ederek yaşamayı tercih edenlerle gücün tam karşısında konumlanarak kendi iradesiyle yaşamamayı tercih edenler. Elbette ayrışma bu kadarla kalmıyor, bunun tam ortasında konumlanarak “İnadına yaşayacağım, inadına tebessüm edeceğim!” diye haykıranlar var. Şükürler olsun ki orta noktanın kapsamı hepsinden büyük.
Fakat özünde hayat dolu olan ve geleceğe dair aydınlık planlar yapan yurttaşların ölüme iradi yürüyüşlerinin verdiği acı öylesine büyük ki orta noktanın kapsamına sevinemiyoruz.
Son iki olayın biri, hayatını estetik ve entelektüel faaliyetlerle süsleyen kırk sekiz yaşında güpgüzel bir kadın, diğeri ise hayatının baharında bir üniversite öğrencisi. Fatma Demirel KHK ile ihraç edilmiş Diyarbakır SES üyesi, adını öğrenemediğim üniversite öğrencisi ise annesi ve babası KHK ile ihraç edilmiş yaralı bir genç.
İntihara teşebbüs etmek üzereyken anlık bir aydınlanmayla bundan vazgeçen gepgenç yurttaşlarla konuşma fırsatı buldum. Bu gençler hayatlarının baharındaydı, hepsi ideallerinin ufkuna yürümeyi hayal ediyordu. Birdenbire kapkaranlık ve karşı koyulamaz bir gücün tokadıyla kendilerini bataklıkta buldular. Bataklık içinden çıkılır gibi görünmüyordu, etrafta ne çürük bir ip ne ince bir dal vardı kendilerini kurtarmak için kullanabilecekleri. Hayat onlara bütünüyle sırtını dönmüş, vahşi bir sessizlikte yükselen haykırışlarla “Boşuna çabalama, çabalamaya değmez!” diyordu.
Bu haykırışların özneleri zannedildiği gibi her zaman el âlem değildi; anne, baba, kardeş, dost, arkadaş, komşu… Hepsi bu koronun aktörleriydi. Devlet yok etmeye karar verdiği bu kitleden uzak olunması için sosyal şartları çoktan hazırlamıştı. Yüce devletine karşı çıkmayı hayal bile etmeyen yüce Türk halkı benzerine az rastlanır bir şekilde ‘vatan hainlerini’ kendi sathından kovuyordu.
Bu insanlık dışı tablo insanı kendinden etmeye yeten bir güce sahip. İnsandışılaşmanın bu seviyesine maruz kalmak insan varlığını yokluğa sürükleyebildiği gibi yepyeni bir yaratımın da başlangıcıdır. Nietzsche’nin “Öldürmeyen acı güçlendirir.” tespitini haklı çıkaran bir tablo vardır artık önümüzde. Ölüme bir saniye kala yaşamayı seçen gençlerde gördüğüm en belirgin duygu öfkeydi: Kime ve neden yeniliyorum? Bana bunları yapanların ölümü seçerek ekmeğine nasıl yağ sürerim, bana yakışan bu kadar korkunç bir yenilgi midir?
Bu soruların peşinden giderek her gün, belki her an kendinden bir kez daha doğan, içinde öncesinde fark edemediği bir gücün kaynağını bulan gençlere dokunmak hayatımın en büyük mutluluklarından biri oldu. Bu ruh ve duruş umutlarımı taçlandırdı. Kötülüğün gölgesinin bile korktuğu tertemiz çehrelere bakarken, onların boyunlarına sarılıp yüzlerinden gözlerinden öpmek, sevgiyle bağrıma basmak istemiş, “İyi ki, iyi ki…” diye inlemiştim.
Ne ki son günlerde içim ‘keşke’ diye ağlıyor. Keşke o muhteşem kadın Fatma Demirel’in yanında olsaydım diye dolanıyorum evimin ıssız köşelerinde. Sevgili Fatma keşke içindeki hayatı çabaya değmez bulan bütün zehirlerini bana akıtsa, onları hep birlikte okyanusun derinlerine kürüseydik. Veya öğrencim ve evladım olan o genç çocuğun yanında olabilseydim; içindeki zehri fark ettikten sonra ona sarılsaydım ve deseydim ki “Sana garanti veriyorum, bugünler geçecek, güneş senin bu tertemiz alnında yeniden parlayacak! Bunu sana istediğin her zaman yineleyebilirim. Günün hangi saatinde olursa olsun beni arayabilirsin, sadece bir telefon kadar uzağındayım, lütfen bunu unutma çocuğum…”
Olmadı, belki olamamaya devam edecek. İnsanlar ölümün karanlığını şu adaletsiz dünyanın kendilerine sunduğu şartlara tercih ederek iradi yürüyüşlerine devam edecekler belki… Bu minvalde ‘iyi ki’lerime karışan ‘keşke’lerimle zalimlere karşı mücadele etmeye devam edeceğim. Bu böyle biline…
…
Biliyoruz ki intihar bulaşıcıdır. Goethe Genç Werther’in Acıları’nı yazıp kendi zehrini kustuktan sonra iyileşmişti. Ancak olan okuyucularına olmuş, kitabı okuyanlardan pek çok kişi intihar etmişti. İntihar literatürüne “Werther etkisi” diye geçen kavram, bu iradi edimin ne kadar bulaşıcı ve tehlikeli olduğunu göstermesi bakımından uyarıcıdır aynı zamanda.
Bu acılı yazıyı sonlandırmadan önce hep dediğim şeyi bir kez daha demek istiyorum: Devletin görevi yurttaşlarını ölüme göndermek değil, yaşatmaktır.
Devletin görevi yurttaşlarını kutsal argümanlarla avutmak, uyutmak veya korkutmak değil, olgusal olanı uygulayarak toplumsal bütünlüğü sağaltmaktır.
Devletin görevi yurttaşlarını insanlıktan çıkarmak değil, onları insan olmanın şahikasına eriştirmek için var gücüyle çalışmaktır.
Devletin görevi dini dogmalarla yeni prangalar yaratmak değil, bilimin aydınlığında sorunlara çözüm yolu bulmak ve uygulamaktır.
Türkiye, varlığı cumhuriyetle köklenen ve cumhuriyet rejimi aracılığıyla demokrasi yürüyüşüne devam edecek olan muhteşem bir coğrafyadır. Kırık dökük, eksik gedik de olsa bir demokrasi geleneği olan bu ülkenin yurttaşlarının ölümü öldürme gibi bir gücü yoktur. Ancak KHK zulmü altında yeniden yaratım gücünü devşiren bir kitlenin ülkenin ufkuna güneşi doğdurma gibi bir mucizesi vardır. Bu mucize, mucize gibi bile olmayan bir doğallıkta temayüz edecektir.
Bilmem anlatabildim mi?
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”