Dirmit gibi gecekondu damından değil, portakal ağaçlarının dalları arasından sesleniyordum göğe. Limon ağacının gövdesine sarılmış asma dallarında oturup yarı koruk üzümleri yerken, kalbimin değerini hissedivermiştim.
Ondan geçmeyenin kıymeti yoktu, söz sadece dilden çıkarsa kulağı aşamazdı. Kalbe seslenmek için kalpten seslenmek lazımdı.
Her kelimem kalpten çıktı diyemem; kelimelere kalp değil kulak kesilenlere dilden savurduğum çok oldu. Dilden savurduklarım ise kalbime yük.
Kalp cefakâr ve vefakârdır. O kadar vefakâr oldu diye ona bunca yükü yüklemek anlamsız.
…
Ülkem toprakları verimlidir, coğrafyası benzersizdir. Altı yıl öncesine kadar halkının da cefakâr, vefakâr ve benzersiz olduğuna inandım. “Biz” dedim, “biz benzersiz.”
Bu ülkede yüzbinlerce alnı ak, kalbi pak, eylemleri aydınlık kişi karanlık kuyulara atıldı. Bu benzersiz topluluk altı yıldır ağaç kökü yemeye mahkûm edildikleri dipsiz kuyularda var olma mücadelesi veriyor.
Gönül tahtımda oturan “benim cefada ve vefada benzersiz halkım, Anadolulum” kör ve sağır. Ve dahi saldırgan. Diline “Vurun kahpeye!” lafzını pelesenk etmekte hiç gecikmedi, iktidar erki aksini belletinceye kadar da böyle kalmakta kararlı.
Zamanında Aziz Nesin’in sözleri kalbimi acıtırdı; kalbim itiraz ederdi benzersiz halkımın yüzde atmışının ahmak olduğunu dinlemeye.
Gözlerimden, kulaklarımdan, ellerimden, kısacası tüm duyu organlarımdan kalbime bağlanmış teller var. Kalbim kendisine akanlardan yine acı içinde. Benzersiz Anadolu halkının bukalemun suretini görmekten, zihnimin ve bilumum ruhsal temayüllerimin ona sırt çevirmesinden, her şeyden, her şeyden her şeyden kırılıp dökülüyor kalbim.
Ey kalp! Nesin, necisin, nereden gelip nereye gidersin? Bu halin nedir başa çıkamadığım?
…
Yoksulluktan geldim, yoksulluğa geldim.
Portakal ağaçları arasına kondurulmuş bir manarda geçti ömrümün ilk on senesi. Şimdiden baktığımda farklı bir mazi görünüyor gözüme; meğer yoksul değilmişiz. Portakalı, limonu, greyfurtu ağaçtan, üzümü asmadan koparıp yerdik. Sebze denilen şey bahçemizde yetişirdi, gelene gidene dağıtırdı annem. Salatalık domates mücevher gibi algılanmazdı. Meğer zenginlikten yoksulluğa yürümüşüm bunca ömürde.
Akşamın alaca karanlığında pazar artıklarından file doldurmaya çalışan adam kim bilir Dostoyevsky’nin romanlarında nasıl yer alırdı? Eşele dayı, iyi eşele Pazar artıklarını. Bak, şu domatesin dörtte ikisi ezik değil.
Ah vah, ah vah ülkemin yoksul insanı kahrından dile geldi, dile geldi, dile geldi…
Diline ne geldi sevgili dayı, bu halinin sorumlusu kim(ler)dir, de hele…
“Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa!”
Dostoyevsky değilim, ancak okuruyum. Bu ruhun analizini ilmek ilmek dokumak benim kalemin harcı değil.
Saraylardan bir sayha yankılanıyor: “Berhudar ol evladım, berhudar ol… Dış güçlerin mutfaklarımıza kadar uzanan elini ancak ve ancak ve ancak bizzzz kırarız vesselam…”
Kalbim titreşimde. Ne diyorsun ey kalp?
Bir dış ses yükseldi çok geçmeden: Kalp kalp kalp! Sen nasıl bilim insanısın? Bilim diye bir gerçeklik var bu yaşam alnında, bilim…
Dilim harekete geçip bir küfür savuracaktı ki, karmaşık bir ittifak dilimi boğazıma soktu. Ve kendime geldim. Evet evet evet… Nasıl olup bittiğini anlamadan üveyden üvey evlat haline getirilip çöpe atılan bilime uzanan diller kurusun.
Peki ben kimim, nereden geldim nereye gidiyor, neyin yanında duruyor, neye ve kime muhalefet ediyorum? Kalp cızırtılarım dorukta. Bilmek ne getirecek, bilmek nedir sahi?
Ya hakikat?
…
İçimdeki gümbürtülerin haddi hesabı yok.
KHK Platformları Birliği temsilcileri Ankara’da buluştu. Muhteşem bir olay, muhteşem bir bir’leşme ve buluşma. CHP sağ olsun. Kulakları açık, niyetleri açık, eylemleri güzel. Buluşmanın büyüsü ise kelimelere sığmaz.
Bu, ülkem karanlığında yanan bir meşale. Bu meşale, medya unsurları için çok önemli bir malzeme.
Elimde fener medya mensuplarını arıyorum büyülenmiş arenada; bakıyorum kim(ler) var, kim(ler) yok diye.
Kendi kurduğumuz TV kanalımız (KHK TV) ve bir haberci daha. Başka yok yok yok…
Kalbime sığmayan kelimeleri atacağım hayatımdan. Kalbimden geçmeyeni kullanmayacağım alimallah.
Bu tenhalık elimdeki feneri söndürmediyse de kalbime karanlık bir perde gerdi. İçim seslenmeye durdu. Bu ülkeden gideceğim, bu ülkeden gideceğim!
Ben dünyalıyım! Ben dünyalıyım!
Kalbimden geçmeyip dilime dolanması nedendir bu çığlığın?
Ey yurt, söyle bana? Ne zaman ve hangi anda kalbimi böylesine bağladın çözülmez düğümlerle.
…
Ben halkım!
Ben bu topraklarda doğdum, bu topraklarda büyüdüm. Başka yeryüzü toprağına ayak basmadım. Beni doğuran ve büyüten topraklar benim yurdum olmaktan imtina ediyor ve bana üvey annelik taslıyorsa ben de…
Evet sen de? Söyle güpgüzel yörük kızı, yurdun seni kimsesiz bırakırsa sen ne yaparsın ona? Deyiver hele…
Ahhh ahhhh ahhh….
Ey kalp, terk et(me) beni!
Tuptuzlu gözyaşlarımı kana kana kana iç…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”