Gençlerle beraber olmayı hep sevdim. Onlarla birliktelik umut demek, aşk demek, ışık ve aydınlık demek çünkü. Hayatım boyunca onların aydınlığına tutunup kendime yol bulmaya çalıştım. Ben böyle yaparken, gençler onlara yol gösterdiğimi ve destek olduğumu zannetti. Hâlbuki kendime çalışıyor, onların enerjilerinden besleniyordum.
Gençlerin masum yüreklerinden süzülen tuptuzlu gözyaşlarıyla ıslanan bağrımı kutsal bir emanet taşıyor gibi korur(d)um; onların sırları ve gelecek umutları saklıydı orada. Yani koskoca bir dünyanın geleceği ve rengi… Bir rüya aşk acısıyla ıslandıysa, bir gencin göğünde umut güneşi parlıyorsa o dünyadan kimse korkmasın. Çünkü aşk ve umut öylesine doğurgan bir iç içe geçiştir ki, önünde hiçbir karanlık barınamaz.
Ne ki artık aşk acılarından akan gözyaşlarıyla ıslanmıyor omuzlarım. Ceylan irisi gözlerden taşan umutlardan kendime pay çıkaramıyorum. Bir şey oldu ülkemin göğüne, bir kâbus çöktü ve gençliğin taptaze geleceği kapkara renklere boyandı.
Aşk acısı artık statüsel bir seviyeye evrildi; ondan önce can güvenliği, kollarını açıp bekleyen bir istikbal ve tok bir mide lazımdı. Onlara felsefi düşünebilmenin şartlarından birinin tok bir karın olduğunu ben anlatmıştım; aç karna felsefe olmadığı gibi aşk da yoktu işte.
Gökyüzü bu denli karanlıksa gençlerin ellerindeki balonlar sönmeye mahkûmdur, tıpkı gökkuşağı rengindeki hayalleri gibi.
Hayatımın hiçbir anında felaket tellalı olmadım, şimdiden sonra da olmayacağım. Ancak bu duruşum Türkiye toplumunun realitesine göz kapatıp yalancı rüyalara yelken açmamı gerektirmiyor.
Bu ülke topraklarında ergenlik sivilcelerine ağlamaya vakit bulamayan pek çok çocuk kara toprağa gömüldü. Silahı kimin tuttuğu, tetiği kimin çektiği sır değil(di); çünkü bir toplumda hiçbir suç ve suçlu devletinden bağımsız var olamaz, ondan cevaz almadan bu denli cesurca arz-ı endam edemez.
Son günlerde ülke tarihindeki karanlık hikayelere bir yenisi eklendi. Güpgüzel Deniz, simsiyah bir acı ve güzel İzmir’imin yoksul sofralarından sahici bir fotoğraf bıraktı geriye. Siyah zeytin ve domatesten oluşan kahvaltı sofrasını yüreklere namlu diye doğrultarak kanlı dalgalarla kendine gömüldü.
Acı bu kadar büyük, olay bu kadar vahşi olduğunda harfler kelimeye gelmekte zorlanıyor. Bu, şımarık bir nazlanma değil. İnsanlı dünyada unutulmaya yüz tutan hayâ ve edep duygularından eciş bücüş olup dağılmış harfler.
Edepsizlik pahasına onları zorlamaya karar verdim bugün. Nasıl olsa faşizme talimliyiz.
Son zamanlarda şu cümleyi ne kadar sık kurduğumu fark ettim: Benim ülkem kadar kendi değerlerini kara deliklerin bilinmezliğine gömen bir başka toplum yoktur!
Daha dün toprağa gömdüğümüz merhum Deniz, onu doğuran ananın ve toplumun böğrüne dinmez bir acı olarak çakıldı kaldı. Deniz’lere ağlamak, o acıyı içimizde hissetmek ve taşımak için ne ana olmaya ne de Deniz yakını olmaya gerek var. Ancak bu kadar insandışılaşan bir dünyada, ‘vahşi’ diye ötelenen hayvanlara özlem duyduğumuz bir coğrafyada sayıları kum tanesi kadar çok olan kurbanların hangisine ağıt yakacağımıza biz de şaşırdık.
Dördüncü evre kanser hastalığının pençesinde hayat mücadelesi veren, onu bekleyen demir parmaklıkların endişesiyle “yaşamak istiyorum, cezaevinde ölmek istemiyorum” diye haykıran otuz üç yaşındaki başka bir kadının çığlığı utanç delilimiz olarak hâlâ göklerimizde dolanıyor.
Kendi devletinin öğrettiği itaat emriyle hapse atılan Harbiyeli genç, anne babasının cenaze merasimine gönderilmeyerek tarifi imkansız bir çukura gömülüyor. Bu durumları betimlemeye ne kelimelerin gücü var ne de yazarın.
Boru değil, “Ben oğlumu kendi devletime emanet ettim, ne öğrendiyse sizden öğrendi, oğlum masumdur!” diyerek çılgınlığın farklı bir dozunu yaşayan anneleri susturmak için kodes inşa edilen bir coğrafyadan söz ediyoruz burada.
Hâsılı harfleri harekete geçirme gibi bir cesaret benzer bir çılgınlığı içeriyor.
…..
Bu arada, bu hafta sonu iki buçuk milyon gencimiz üniversite sınavına girecek.
Aileler benden tavsiye istiyor.
Bunların çoğu gerçekleştiremedikleri hayallerini yavrularında yaşamak isteyen ebeveynler.
Artık ebeveynlerden pek hoşlanmıyorum; bencillikleri, kutsal ebeveyn metaforuyla kendi evlatlarını sömürmeleri, onlara açık-gizli baskılar yapmaktan hiç utanmamaları beni onlardan uzaklaştırdı.
Ben gençlere tutkunum. Onların yarası yaram, dertleri derdim.
İçimden yükselen sevgiyle gençlere diyorum ki: Gireceğiniz sınav hayatın içinde pusuya yatmış sınavların gölgesi bile değildir. Bırakın gölgelerin peşinde koşmayı, bırakın öğretilmiş bilgilerden diploma devşirmeyi, bırakın ebeveynlerinizin doymak bilmez arzularına harç taşımayı.
Her şey olacağına varır çocuklar, her şey olacağına varır…
Bu gün olmazsa yarın, yarın olmazsa başka bir baharda tutkuyla yapacağınız mesleğin tam içine düşeceksiniz.
Bundan şüphe duymayın ve onu keşfetmeye yönelin, yeter!
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”