Haftalık yazımı yazmıştım, ancak durduramadığım bir kusma hissi yeni bir yazı dayattı bana.
İnsan olmaktan dem vurup duruyoruz ya. İnsanı insan olmayanlardan ayıran en önemli şey aklı ve akla bağlı lâtifeler. İdrak, irade kullanımı, bilinçli eylem vs.
İnsan denilen varlık bu özellikleri nedeniyle doğayı dönüştürmeye, daha zayıf olanlara muktedirlik taslamaya hak kazandığını iddia ediyor ve bu iddiası doğrultusunda eyleme yöneliyor.
İnsanlardan bazıları diğerlerine “Ben senden daha akıllıyım, zekiyim, zenginim, güçlüyüm, güzelim, oyum, buyum, şuyum; bu bakımdan seninle ilgili karar verme hakkına sahibim.” diyor. Rousseau bu iddialara şaşırmıyor, “Asıl şaşırtıcı olan diğerlerinin bu dayatmayı kabul etmesidir.” diyordu.
Bugün aynı tavır farklı şekillerde kendisini tüm topluma dayatmakta, ‘muktedir/ kanun uygulayıcı’ olma iddiasıyla en büyük hukuksuzluklar normalleştirilmektedir. Kötü yönetimlerde, sosyal hukuk devleti olamayan ilkel yapılarda bu uygulama normaldir ve tavrın arka planı anlaşılabilir. Ne ki kendisini ‘modern ve akıllı’ olarak tanımlayan, ilkel olana karşıt olduğunu savunan yurttaş kitlesinin bu aykırılığı ‘normal’ kabul etmesi anlaşılamaz olandır.
Örnek vereyim isterseniz.
Son bir kaç gündür Türkiye toplumu bir cinsel istismar vakasıyla sarsıldı. Sosyal medyada idam talepleri, darağaçları, müebbet ceza haykırışları kol gezdi. Toplum koro hâlinde tepki gösterdi olanlara.
Ancak yargı ne yaptı? Tecavüze ilişkin somut delil tespit edilemediği iddiasıyla tecavüzcüleri ve bu korkunç duruma çanak tutan aileyi tahliye etti.
Olan bir kere daha çocuklara oldu.
Tecavüz eylemlerine maruz kalmaya devam edecekleri bir hayata gönderildikleri gibi bir de yalancılıkla suçlandı çocuklar.
Böyle bir anne bozuntusunun hapis korkusuyla kendi çocuklarına ‘yalancı’ demesi normaldi, bahse konu diğer korkunçluğun yanında bunun lafı mı olur?
Normal olmayan, yurttaşlarına ‘babalık’ taslayan devletin tutumuydu. Türkiye hukuk sistemi bir kez daha canavarlardan yana oldu ve dünyamız karanlığa gömüldü.
Bu işin harı soğumadan, daha bugün Maxciler Sinüs hastalığının 2. evresinde, %72 engelli, eşi cezaevinde, sekiz yaşındaki oğlunun kalbi delik olan kanser hastası Ayşe Özdoğan’ın infaz erteleme başvurusu ‘yeni sağlık raporu talebi’ nedeniyle reddedildi..
Sayın savcı elindeki belgeleri infaz erteleme için yeterli görmedi ve Ayşe Özdoğan’dan yeni sağlık raporu talep etti.
Buradaki korkunç çelişki açıktır, bunun üzerine konuşmayı gereksiz buluyorum.
Normal’in ne olduğunu siz düşünedurun beni insanlığımdan eden başka bir tavır oldu: Ayşe’nin avukatı savcının talebini haklı bularak, benim gibi aşırı tepki gösteren eylemcilerin eylemlerine prim verilmemesinin daha iyi olacağını söyledi. Ayşe Özdoğan da avukatını destekledi.
İkinci evre kanser hastası, %72 engelli, beyne sıçrayan tümöre ulaşılamadığı için beynindeki kanserin hangi evrede olduğunu bilemeyen ‘mahkûm’ kadın Ayşe bana dedi ki “Hocam savcı haklı, yeniden rapor almamız gerekiyormuş. Şimdi savcı beyi irrite etmeye gerek yok… Hazırladığınız videoyu şimdi yayınlamayalım…”
Ayşe öğretmen bana böyle söyledi.
J.J. Rousseau haksız mı? Ya da “Köleliğin kaldırılması mücadelesinde yaşadığım en büyük zorluk köleleri köle olmadığına inandırmak oldu.” diyen Harriet Tubman?
Ben de 21. Yüzyılın şu karanlık atmosferinde şunu haykırıyorum:
Kendisi için bir şey yapamayanın başkası için yapacak zerre miktar eylemi yoktur!
Haksızlık karşısında masumiyetini haykırmaya korkanlar asla korkularından emin olamayacaklardır. Çünkü korku, korku nesnesini çağıran en büyük güçtür.
Kendi varlığına sahip çıkmayanlara sahip çıkar gibi görünenler, kendi ideolojilerine hizmet eden pragmatistlerden başka bir şey değildir.
İçim hâlâ kusmuk dolu ama o kadar yoruldum, o kadar yoruldum ki… Tarifi imkânsız.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”