Son zamanlarda IŞİD, yani Irak ve Şam (geniş Suriye coğrafyası) İslami Devleti örgütünün silahlı eylemlerde bulunarak can aldığı haberleri duyuluyor. Ortadoğu’ya kan kusturmuş ve tüm İslam coğrafyasını etkilemiş bu örgütün ölmediği, ufalanarak daha küçük birimler halinde varlığını sürdürdüğü anlaşılıyor. Parça koparabileceği hedefler bulduğunda ya da hizmetinden yaralanmak isteyen taraflar bulduğunda harekete geçebileceği görülüyor. Kimi yerde silahlı halde, kimi yerde uyuyan hücreler halinde varlığını sürdürüyor. Zaman zaman kimi üye ve elebaşılarının ülkemizde yakalandığı haberleri çıkıyor. Bu vesileyle senelerdir içimizde yaşadıkları anlaşılıyor. Demek onları yadırgamayan ve içine alan bir anlayış, kültürel-siyasal çevre var.
Bu örgüte “İslam Devleti” adını yakıştıramayanlar, “Öyle dersek Müslümanları incitmiş oluruz, bunlar Müslüman değil ki, cani” diyorlar. Başkaları, özellikle Müslüman olmayan tartışmacılar, “Ama onlar, kendilerini öyle adlandırıyorlar ve şiddetlerinin gerekçelerini dinlerinden türettiklerini söylüyorlar. Onlara dönüp, hayır siz Müslüman değilsiniz nasıl denir?” diye karşılık veriyorlar.
Sonunda her kişi ve kümenin kendisini nasıl adlandırırsa öyle kabul edilmesi, bunun inkârının daha büyük sorunlara yol açacağı mantığından hareketle, yapılması gerekenin, bu örgütün dayandığı kültüre ve gerekçelere odaklanmak olduğu konusunda uzlaşıldı.
Kendisine İslam Devleti diyen teşkilatın, içten patlayan Suriye ve Irak’ta nasıl devletleştiği, hilafet ilan edip nasıl dünyanın her yerinden cihatçı devşirdiği, hangi gerekçelerle sayısız insanı göz kırpmadan katlettiği ve kadınları köleleştirdiği gerçekten incelenmeye değer.
Graeme Wood, Atlantik dergisinin Mart 2015 ve Aralık 2017 sayılarında bir grup IŞİD destekçisi ve sempatizanı ile mülakatlar yaparak bu cihatçı teşkilatın zihniyet dünyasını araştırmış.
Bulguları şöyle: “Gerçek şu ki IŞİD fazlasıyla İslami; dayandığı kaynakların tümü, en radikal yorumları da içerse, yazılı ve sözlü dini külliyatın bir parçası. Mesele, bu yorumları, Ortadoğu ve Avrupa’da yaşadıkları topluma yabancılaşmış bir sürü psikopat ve maceracının şevkle benimsemesi.”
Vurgu, Obama’nın dediği gibi, “İslam’la değil, onu çarpıtan insanlarla mücadele etmek” üzerine olmalı. Bakalım dünya, özellikle Müslümanlar, bunu başarabilecek mi? ‘Dava’ uğruna katliama, köleleştirmeye ve hoşgörüsüzlüğe kapı aralayan yorumları, öğretileri reddedecekler ve imamları önemsizleştirebilecekler mi? Eğer, bu başarılamazsa, köktendincilerin ilan ettikleri kutsal savaş’ın (cihatın) kurbanı olanlar -ki bunların içinde pek çok Müslüman da var- neden kurban edilmek istendiklerini bilmeyecek ve kendilerini savunamayacaklar.
Diğer bilinmesi gereken şey de, IŞİD’in neden “Haçlılarla mücadele” adı altında Batı ve Batı’yla ilintili her şeyle ölümüne bir mücadeleye girmiş oldukları. Cihatçılar için Batı’nın güdümüne girilen 16. yy.’dan itibaren tarihi silmek ve İslam’ın saf ve şaşalı günlerine dönmek vazgeçilmez hedef. İslam’ın güneşinin parlaması için Batı’nın ışığının sönmesi lazım. Bu apokaliptik (vahye dayanan) inanç uğruna her türlü fedakârlığı ve acımasız eylemi yapmaya hazırlar. Bu konuda o kadar ciddiler ki dünyadaki varoluşlarını (ve kendi ölümleri dâhil tüm ölümleri) bu merkezi inanca bağlıyorlar. Ölümden korkmamaları, onları, etkili ve korkutucu yapıyor.
Gerçekleştirdikleri kitlesel katliamlar; müzeleri, çeşitli türbe ve (Osmanlı dahil) ibadethaneleri imha etmek dünya yüzünden medeniyet(ler)in izini silmek, ulusal sınırları kaldırmak ve sadece (kendilerine benzeyen) inananlardan ibaret bir hayat ve çevre yaratmak amaçlı. Bu, dünya sahnesinde sergilenen ve tüm insanlığın seyrettiği bir drama… İddianın büyüklüğü, örgütü de olduğundan büyük ve güçlü gösteriyor.
Savunduğu şeyler Ortaçağa ait olsa da IŞİD’e hayat veren ‘siyasal İslam’, 20 yy.ın koşullarında ortaya çıktı. Saflarını 21 yy.da sıklaştırdı, mesajını bu dönemin araçlarıyla yayıyor.
Neden? Arap rejimlerinin hepsi, Müslüman ülkelerin çoğu, bireyi boğacak kadar otoriter. Muhalefet ancak isyanla dışa vurulabiliyor. İsyan bastırıldıkça radikalleşiyor. Gelişme ve özgürleşme engellendikçe, mücadele kutsal bir davaya dönüşüyor.
Bilimsel, kültürel ve teknolojik üstünlüğüyle İslam toplumlarını kuşatan Batı, Müslüman toplumlara doğal kaynaklarına duyduğu iştah kadar değer vermiyor ve onları işbirliği yaptığı zalim hükümdarlarının insafına bırakıyor. İçeriden ve dışardan kirlenen İslam’ı arındırmak, bu “davaya” baş koymuş insanlara kalıyor. Radikal/cihatçı İslami örgütleri harekete geçiren işte bu mantık!
Zamanda Yolculuğu Şiddet Aracılığıyla Yapmak
Çağlar arasında sıkışmış insanlar, açık ki yolculuklarını simgeler ve formülleştirilmiş anlamlar aracılığıyla yapıyorlar. Ama hevesleri, beklentileri, sıkıntı ve endişeleri bu anlam ve simgelere sığmıyor. Ne kadar geriye giden referanslar kullansalar da kendilerine şimdi ve burada yer açmak istiyorlar. Varlıklarını duyurmak ve bunu şimdiye kadar olduğu gibi tabi ya da marjinal varlıklar olarak değil, zamana ve mekâna hükmeden varlıklar olarak yapmak istiyorlar.
Ellerinde iki araç var: İnanç ve şiddet. İnançları onları haklı kılıyor; şiddet ise kuvvetli… Kuvvetlerinin ilahi irade tarafından onaylandığına ve kutsandığına inandıkları için ölümden korkmuyorlar. Onlar için şiddet hedef değil, inançlarının sergilenmesinde törensel bir gösteri. Küresel tiyatroda sahneye koydukları kanlı ve sarsıcı bir oyun. Şiddetin hem hâkimiyet kuran ve güç sergileyen hem de isyancı rolünü sonuna kadar kullanıyorlar.
Üzerinde hâkimiyet kurdukları veya yaşamamasına karar verdikleri bireyleri eşyalaştırmak amacıyla insanlıktan soyutluyorlar. Çünkü insan, Allah’ın yaratığı ve saygın (olması gereken) bir varlık. İnsanlıktan soyutladıkları (kâfir ilan ettikleri) kişilerin ne hakları ne de güvenceleri var. Onlar artık, atılacak, kırılacak, yakılacak nesneler…
Bu durum her çağda dünyanın her yerinde yaşanmıştır. Şiddeti haklı kılan, onu kullananın sahneden galip ayrılmasıdır. Galip, yasaları belirler, hakkın ve haklılığın ölçülerini koyar.
Bu muameleye tabi tutulanların sergiledikleri karşı-şiddet, önceleri şekavet (haydutluk,) şimdilerde terörizm olarak adlandırılmıştır. Terörizm, şiddeti bir yıldırma, sindirme siyaseti olarak kullanmaktadır. İnsanları dehşete düşürerek yönetmek kadar, yönetime karşı çıkmak için şiddete başvurmak, tarih kadar eskidir.
Bugün Orta Doğu’da kendisine karşı örgütlenen uluslararası mücadeleye rağmen hayata tutunmaya çalışan IŞİD (veya İslam Devleti), Amerikalıların Afganistan’da işgalci güç olan Rusya’ya karşı millet olamamış toplulukları bir araya getirip, dini merkeze alan bir dayanışma ideolojisi ile harekete geçirdiği akımın devamıdır. Tüm dünyadan katılan ve küreselleşmenin ivmesinden yararlanarak haksıza karşı cihat etmek isteyen Müslümanları cezbeden IŞİD, modernite ile aşiret düzeni değerlerinin karışımıdır.
Modern olan, kullandığı savaş ve iletişim araçlarıdır. ‘Aşiret düzeni’, ona kendisine göre yorumladığı dinin ilk çıktığı zamanki toplumsal yaşam, siyasal düzen ve hukuk kurallarını sunmaktadır. IŞİD ve destekçileri, ait olduğu medeniyetin Batı karşısında yenilmiş ve geriletilmiş olmasından çok etkilenmişlerdir. Dinlerinin, dindaşlarının aşağılandığına inanmaktadırlar. Bu yüzden aşiri derecede öfkelidirler.
İsyanlarının başlıca nedeni, Batı’ya karşı çıkmaktır. Motivasyonlarının kaynağı ise Batı’ya duydukları büyük kin ve intikam duygusudur. Bu duygusal kaynak, onların Cihat diye adlandırdıkları ‘yeni bir dünya kurmak’ arzusunun pınarıdır.
Ancak, böylesine küresel bir DAVA, tartışma, kuşku ve çelişki kaldırmaz. Total bir itaat ve hareket birliği, bunu sağlayacak liderlik lazımdır çünkü dava, bir varlık-yokluk savaşıdır. Doktrine ve siyasi birliğe uymayan her unsurun, görüşün ve talebin tasfiyesi gerekir.
Çoğulculuk – farklılıkların bir arada yaşaması, yaşatılması- mümkün ve makbul değildir. Demokrasi, ilahi iradeyi temsil ettiği varsayılan Emir’in kararlarına uymadığı için tekfirdir. O nedenle iç düşmanlar önce (birlik ve bütünlük için), sonra dış düşmanlar (güvenlik için) ortadan kaldırılmalıdır. Bu bütüncül (totalist) projenin şiddet içeren yöntemlerle gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır.
Söz konusu cihat projesi, ancak bütüncül, birleşik bir yönetimle gerçekleşebilir. Bu yönetim hilafettir. Bu nedenle tüm pan-İslamist hareketler, hilafeti kurmak veya ihya etmek hevesinde olmuşlardır. Hilafet, sadece bireyin uyacağı sivil davranış kodlarını vaz etmeyecek, toplumun doktrine uyumunu da sağlayacak ve denetleyecektir. Bu işlevi, devletle bütünleşmiş organlar yerine getirecektir. Bunun bir benzeri, İran’daki Velayet-i Fakih kurumudur. İnsanların sadece kamu alanındaki değil, tüm zamanlardaki davranışlarının çerçevesini çizer, denetler ve bireyleri hizaya sokar.
Batı’yla derin bir ödeşme arzusu, İslami akımları radikalleştirdiği oranda onları askeri bir güç olmaya da yöneltmiştir. İslami akımların giderek daha savaşçı olması ve kendilerine has bir çekirdek ülke yaratıp (veya ele geçirip), tüm Müslümanları kapsadıktan sonra Batı’ya açılma (daha doğrusu fethetme) arzuları, saklanmayan bir gerçektir. Güçlenmek için bireycilikten vaz geçmek; demokrasinin uzlaşma adına zaman kaybettiren tavizkârlığından uzaklaşmak; kişisel iradelerin, milletin iradesini temsil eden bir liderliğe/yönetime teslim edilmesi; dava ile devletin özdeş kabul edilmesi (devletin dava için araçsallaştırılması) ve hukuktan çok amaca uygun bir usuller bütünün benimsenmesi İslami akımların ortak özelliğidir. Kimi için korkutucu olarak görünen bu gündem, ‘siyasi İslam’ı benimseyenler için tarihi bir fırsat ve tarih yapmanın aracıdır.
Siyasal İslamcılar, Batı’yla mücadeleyi bilim, teknik ve modern siyasal-hukuksal kurumlar aracılığıyla yapamadıklarından en yalın ve etkili yöntem olan şiddeti seçmişlerdir. Şiddeti, tarihsel olanı, yani Batı’nın İslam toplulukları üzerindeki hegemonyasının tüm izlerini silmek için gerekli görmektedirler. Bu nedenle şiddeti, sadece Batı’ya değil, onunla ilişkili gördükleri tüm gerçek ve sembolik temsilcilerine yöneltmekte sakınca görmezler. Bu anlamda şiddet bir arınma aracıdır. Öze dönüş için gereklidir.
Bu meta-mücadelede kalıcı sonuçlar alabilmek için eski veya var olan bir devlet yapısına yaslanılmamalıdır. Mevcut devletlerin ve toplumların (Müslüman da olsalar) tümü Batı tarafından ‘kirletilmiştir’. Öngörülen devletin tarihi bugün başlamalıdır. Bu devletin sınırları yoktur; tüm inananlara ve biat edenlere açıktır. O nedenle küresel bir çağrısı vardır.
Bu devletin kurucu araç olarak benimsediği şiddetin iki işlevi vardır: Yeni bir doğuşun teatral bir duyurumudur. Şiddet, güçsüzü güçlü kılan eylemsel bir araçtır. Tanrı’nın can vermek ve can almak ayrıcalığına, can alarak ortak olmaktır.
Cihatçılar, kendilerini dava için feda ederken de, düşmanlarını törensel gösterilerle öldürürken de, eski dinlerin tümünde var olan kurban ritüellerini (ayinlerini) çağrıştıracak davranışlarda bulunurlar. Güç ve tanınma açlıklarını karşılayan şiddet, cihatçıların varlık ve amaçlarının dışa vurumudur.
Kafa kesmeler, kitle katliamları, ele geçirdikleri yerlerdeki tüm mal ve insan varlıklarına (özellikle kadınlara) el koyma eylemleri, yeni kazandıkları iktidarları sergileme yanında, tüm dünyaya meydan okuma biçimleridir. Şimdiye dek kendi belirledikleri bir geleceği olmayan ‘önemsiz insanlar’ için güçlü bir çekim ve katılma çağrısıdır.
Bu çağrı, dünyadaki yoksulluk, adaletsiz, katlanılmaz düzeyde eşitsizlik, önemsizlik ve aşağılanmışlık devam ettikçe gücünü sürdürecektir. Çünkü söz konusu olgu, bir bakıma küresel medeniyetin kendi zafiyetlerinin eseridir.
Ve Adalet…
Din adına şiddete başvurma eğilimi incelendiğinde bu olgunun, mevcut yasalarla adalet arasında algılanan uçurumdan kaynaklandığı söylenebilir. Hele yönetimlerin adalet sunmadan şiddet uygulamaları, adalet arayan kitlelerin, kuşku duymadıkları dine sığınmalarına yol açıyor. Bu eğilim öyle bir uç noktaya taşınıyor ki, ıslah olmayacak adaletsiz düzeni sonlandırmak nihai, hatta kutsal hedef haline geliyor.
İşte “kıyametçilik”, bu tutumun en uç noktası. İlahi adaletin gelmesi için mevcut durumu sonlandırmak, radikal “dinci” örgütlerin/grupların ortak paydası. Bu ‘hayattan büyük’ gaye için hayatlarından vazgeçmeyi kolayca benimseyebiliyorlar. Başkaca dendiğinde, yasalarla adalet arasındaki açıklık, yasalardan başka bir meşruiyet kaynağı arayışına yol açıyor. Din ya da kutsallık burada devreye giriyor. Hukuk ve adalet arasında mesafe var ve büyüyorsa, arayı teoloji dolduruyor.
Adil olanın tanımı her zaman zordur, özellikle yasalarla adaletin arası açılmışsa. Daha da çetrefil olan ahlaki ile yasal olanın uyumudur. Ahlaki olan bir iç-motivasyon (vicdan) olgusudur; yasalara uymak ise bir dış uyum (davranış) olgusudur; yani kamu düzenine uyum meselesidir. Yasalar adaletsizse, o yasalara uyumda ısrar, adaletsizlik duygusunu düzeni yargılama boyutuna taşıyor. Düzene itiraz, ahlaki bir direniş olarak ortaya çıkıyor. Adaletsizliğin baskıyla devam etmesi durumunda başkaldırı ihtimali artıyor. Ancak başkaldırının zamanı veya biçimi pek kestirilebilir değil.
Dünyevi yasaların adaleti sağlamaması nedeniyle ilahi adalet adına başlatılan isyan, kutsallık iddiası taşıyor. Hukuk, yasa-ötesi bir meta-adalet, aşırı adalet olgusuna dönüşüyor. Adalet arayanlar, kutsal bir davanın savaşçıları, fedaileri oluyor. Kendi anlam dünyalarında bir tür devrimciler; çünkü yeni bir düzen tasavvuru taşıyorlar. Kendilerini yeni ve daha iyi bir hayatın, hatta dünyanın ebesi olarak görüyorlar. Kabul etmek gerekir ki bu iddia, taraftar çekmek için çok güçlü bir isteklendirme veya motivasyondur.
Bu zihinsel kurgu içinde ‘ilahi adalet’ için başvurulan şiddet, arındırıcı bir araç özelliği taşır. Şiddet eylemcisini ahlaken aklar. Kirli, adaletsiz dünyanın düzenine ve yasalarına karşı çıkmak, yerleşik yasalara göre suç olabilir, ama ona isyan eden için vicdanen ve ahlaken değil…
Bu anlayışta şiddet, geleceğin adil toplumunun kapısını patlatarak açan bir araç konumundadır. Şiddet, bu bağlamda ‘meta-adalet’ olarak yasaların yerini alır; her türlü ölçü ve değerden muaf, yani oto-ümmin (kendinden muafiyeti olan) bir nitelik kazanır. Bu soyut, yasalardan muaf adalet, genellikle somut ‘Tanrı’ referansıyla yer değiştirir, her arındırıcı hareketin kendi tanrısını (kutsallığını) ürettiği gibi…
Eylem sırasında ‘davanın -bizim olan- tanrısı emrediyor, kafa kesiliyor, dava erleri kendini uçuruyor, düzinelerle insan katlediliyor. Bunları yapanlar, eylem anında “Allahu Ekber” diye bağırıyorlar, kurbanlarını tanrılarına sunuyorlar. Bu gösteriler, kutsallaştırılmış bir dava adına insanların kurban edildiği törenlere/ayinlere benziyor.
İslam’ın cihadı, Hıristiyanlığın Haçlı Seferi ve engizisyonu, Yahudiliğin ‘vaat edilen’ ülke ve onu elde etmek, üzerinde yaşamak için giriştiği şiddet eylemleri benzer nitelikli. Her biri, özünde barışçı olan semavi dinlerin, dünyevi siyasetle çarpıtılmış, kanlı varlık ve egemenlik savaşlarına dönüşmüş biçimleri. Bu gösterilerin ilan edilen amacı, kirlenmiş, ahlakını ve adaletini yitirmiş olan dünyayı arındırmak.
Özetlenecek olursa, yasalar ile adaletin buluşamaması, vicdanın çaresizliği, dünyamızda ciddi bir krize yol açmış bulunuyor. İşte bu boşluğu ilahi adalet vaadi dolduruyor. Bu vaadin adalet, hukuk ve yasa düzleminde sağlanacak uyum ve oydaşma (consensus) ile mi, umutsuzluğun yol açtığı şiddet ve dayatma ile mi gerçekleşeceği, zamanımızın en kritik sorularından biri.
Siyasetle demokrasi; hukukla adalet; ahlakla din ayrıştığı zaman, bunların birleşmesi ve ahlaki bir toplumsal zemin kurulması çok zor. Başarılamaması ise kaos demek. Tarihte din kaynaklı şiddetin yol açtığı kaotik bir dönemden ders çıkarmak gerekirse 30 Yıl Savaşı’na yeniden bakalım: Bu mücadele Hıristiyan dünyasını öyle sarstı ki oradan Reformasyon doğdu. Ama unutmayalım Reformasyon’un fikri altyapısı Rönesas’la hazırlandı. Onları Aydınlanma izledi. Rasyonel düşünme, Endüstri Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşedi. Kapitalizm bu yapılanmayı iletkenleştirdi ve uluslararası boyuta taşıdı.
İslam dünyası bunların hiç birini yaşamadı: Avrupa sömürgeciliğiyle ve iç-sorunları (yapısal sınırlılıkları ile) boğuşurken büyük ölçüde bu süreçlerin etkisinden de uzak kaldı. Batı-dışı dünyada (bizim dünyamızda) Batı tecrübesinde olmayan başka bir şey daha var: Bizdeki uluslaşma süreci ekonomik evrime değil, siyasi, yukarıdan yapılanmaya dayanıyor. O yüzden İslam toplumları, geneli itibarıyla ulus olmaktan çok birer cemaatler toplamı… Bu uluslaşamayan toplumlar, siyasi, hukuki birliklerini oluşturamayınca, içlerinde taşıdıkları farklılıkları bağdaştıracak ve bir arada yaşatacak siyasi kültürden mahrum kaldılar.
Cemaatler toplumu (gelenekçi toplum) aynı zamanda sanayi-öncesi toplumdur. Sanayi-öncesi toplumların siyasi kültürüyle demokrasi üretilemiyor. Çünkü demokrasi, gelenekte yok, inşa edilmesi gereken siyasi bir proje.
Dinle Siyasetin Karışımı Patlayıcıdır, Hele İşe Kimlikler Giriyorsa
İnanç ile şiddetin ilişkisi incelenirken kimlik boyutunu ihmal etmek hata olur. Toplumsal-siyasal olaylarda kimlik boyutu belirleyicidir. İnsan kendisine kimlik yakıştırabildiği gibi, içine doğduğu kültürel-sosyal-siyasal çevre de ona kimlik kalıpları sunar. Kimlikler nispeten kalıcı olsalar da zaman içinde değişebilirler. Önemleri, mensup olunan sosyal-siyasal-kültürel birimin büyüklüğüne göre artabilir veya azalabilir.
Kimliklerin önemi, kimlik grubunun varlık tehlikesi altına girmesi ve savunmaya geçmesi durumunda/zamanlarda artar. Onu savunmak, varlık-yokluk mücadelesine dönüştüğü ölçüde fedakârlık boyutu öne çıkar. Üyelerin kendilerini feda etmeleri isteği veya çağrısı bu olgunun bir parçasıdır.
Çoğu ülkenin kurucu ideolojisi, genellikle milliyetçilik veya ulusçuluktur. Milliyetçiliğin başarısı, milli devletin, ulusu refaha, itibara, birliğe, yüksek yaşam ve üretim standartlarına ulaştırmasına bağlıdır. Bu konularda istenen başarıyı gösteremeyen devletler, milliyetçiliği başka ideolojilerle tahkim etmişlerdir. Bunların başında da din gelmiştir.
Milliyetçilikle ulusu bir arada tutmakta zorlanan devletlere zayıf, bunu başaramayan ve bütünlüğünü yitirenlere de başarısız devletler denir. Libya, Irak, Suriye, Afganistan devletleri, uluslarını bir arada tutamadıkları için çözüldüler. Zayıf olanlar da hep ekonomik sıkıntı içindeler. İç siyasi çekişmelerle sarsılan bir seyir izliyorlar; Mısır ve Lübnan ve Yemen gibi… İşte halkları arasında en çok kimlik savaşı yaşanan ülkeler bunlar. Devlet teşkilatları, orduları olsa da halklarını bir arada tutmak ve onları makul bir düzeyde refaha, özgürlüğe, adalet ve itibara kavuşturmakta zorlanıyorlar.
Bu durumda ulus-altı kimlikler önem kazanıyor. Çünkü insanlar korunacakları, kendileri gibi olan insanlarla birlikte hayata tutunacakları sosyal kozalara ihtiyaç duyuyorlar. Milliyetçilik, sosyal bağ olmakta yetersiz kalınca insanlar, inançlarına, mezheplerine en sonunda da kan bağı gruplarına (etnik-aşiret-hısım gruplarına) dönüyorlar.
TÜRKİYE…
Türkiye’de ulusal kimliğin evrimi de bu süreci izlemiştir. 1960’lardan sonra komünizm tehlikesine karşı gençliği korumak için dindarlık ögesi öne çıkartılmış ve Türk-İslam sentezi düşüncesi parlatılmıştır. Bu terkip, milliyetçiliğin etkisini görece yitirmesiyle giderek İslam-Türk sentezine dönüşmüştür.
Türkler, İslamiyet’i Kabul ettikten sonra zaten Türk-İslam sentezi oluşmuştu. Ama bu seferki girişim bir siyasal proje idi çünkü dindarların (özellikle Sünnilerin) devlete hep itaatkâr oldukları, olacakları tezine dayanıyordu.
Adım adım, devlet eliyle gençliğin dindarlaşması sağlanırken, bu projenin yeni bir siyaset ve iktidar alanı yaratacağı ve onun laik olmayan güçlerce doldurulabileceği düşünülmedi. Laik iktidarlara biat edecek dindar bir toplum hayali gerçekleşmedi.
Dindarlaşan toplum, laik iktidarlara yönelik eleştirilerini kendi siyasal gündemi ve örgütleriyle ifadeye başlayınca dengeler değişti. Ak Parti iktidarı bu sürecin son durağıdır. Laik muktedirlerin kendi iktidarlarını pekiştirmek için icat ettikleri proje, amacına ihanet etti.
Amerika’nın güdümünde ve akıl hocalığında dünya ölçeğinde de benzer bir proje yürürlüğe kondu: Sovyetlerin Ortadoğu ve İslam coğrafyasına sarkması, Batı’nın ve müttefiklerinin çıkarlarını ve güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle “yeşil kuşak” projesi yürürlüğe kondu. “Ilımlı İslam”, komünizme karşı teşvik edildi. Dinin, siyasi bir ideolojiye dönüşebileceği ve kendi adına iktidar talep edebileceği öngörülmedi. Uysal ama hep mağdur Müslüman kitlelerin, Batı’nın küresel projelerinde piyon olmaya razı olmayacakları hesaplanmadı.
Din ile siyaset ayırımının sona erdiği, İslam ülkelerindeki adaletsiz, riyakâr, yoz ve kötü yönetimlerin insani ve siyasi beklentileri karşılamadıkları sürece toplumların daha dindar, daha köktenci (Selefi) bir çizgiye savrulmaları Batı’da dehşet uyandırdı. Dindarlaşmanın ya da dindarlığın giderek radikalleşmesi, milliyetçiliğe dayanarak toplumsal birlik ve dayanışma yaratmaya çalışan seküler yönetimleri de zorladı.
Zorlamaması da mümkün değildi, çünkü, haklılığın veya haksızlığa uğrayanın dayanağı olunca dinin, siyasal bir gündemle kamu alanına çıkmaması mümkün değildi. Din, siyasal mücadelede ideolojik bir araç olmakla kalmadı, aynı zamanda siyasal mücadelenin hem savaş aracı hem de alanı haline de geldi. Bu savaşta aynı kaynaklara başvurarak farklı yorum üreten çevreler, çelişkili, birbiriyle çatışan kutsal alanlar yarattılar.
Kimi ilahiyatçılar, İslam dünyasında yaşanan sorunların kökeninde, din öğretisinin sahih kaynaklar olan Kur’an ve sünnetten uzaklaşıp tarihte yaşanan iktidar ve menfaat çatışmalarıyla şekillenmiş yorumların etkisine dikkat çekiyorlar. Örneğin ilahiyatçı İhsan Eliaçık, bu gayr-ı sahih kaynaklara ‘sorgulanmamış eski İslam kültürü ’adını veriyor. Bu kültürle yüzleşmedikçe İslam’ın, hurafelerden, kin-nefret dili ve şiddetten arınamayacağını düşünüyor. Uydurulmuş ama sorgulanmayan eski İslam kültürü içindeki şiddet ve çatışma eğilimi bugünkü dünyevi sorunlarla iç içe geçince dini eğitimi de etkileyen tehlikeli bir karışım ortaya çıkıyor. “Hrant Dink’i öldürenler, Maraş’ta, Sivas’ta insanları yakanlar, öldürenler, insanları ‘Haydi Allah için savaşıyoruz’ diye meydana sürenler, hep bu kültürden beslenenler” diyor.
(https://www.youtube.com/watch?v=J3MYoYMY_5g)
DİB eski Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’na göre, Türkiye ve İslam ülkeleri hızla dünyevileşiyor. Dini cemaat ve tarikatlar, artık dünyevi oluşumlardır. Din adına topladıklarıyla dünyaya yatırım yapıyorlar. “Yani akide (inanç) ve ahlak sona, muamelat (uygulamalar) başa alındı.” (http://www.gazete2023.com/medya/ali-bardakoglu-muslumanlar-allah-diyerek-dunyaya-donduler-h28580.html)
Batı’da yayılan İslamofobi konusunda da Müslümanların önemli rolü ve sorumluluğu olduğunu düşünüyor Prof. Bardakoğlu: “İslam dünyası hep ötekinin yapıp ettiklerine bakıyor. Oysa yapılması gereken aynaya bakmaktır. İslam dünyasında şiddet var. Mezhep çatışmalarında kan akıyor, birbirlerinin camilerini bombalıyorlar. Sünni ve Şii ulema bir araya gelip tavır alamıyor. Aksine kendi mezhep mensuplarını haklılaştıran karşıt fetvalar yayınlıyorlar. Çeşitli âlimler sürekli cihat, tekfir ve canlı bomba fetvaları veriyorlar”. (http://www.lodoshaber.com/bardakoglu-islamofobinin-nedeni-islam-aydinlari/)
Eliaçık, bu konuda somut kanıtlar sunuyor: “İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi kim basıp ateşe verdi? İslam tarihi kan şiddet ve ayaklanmaları bastırmakla dolu… İslam tarihi bu açıdan kendisiyle yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir. Peygamberin bütün mesajı (adaletli, eşitlikçi, barışçı) Kerbela’da bitmiştir. Kerbela’da peygamberin torun[u] Hüseyin’in kafasının kesilip, saraya gönderilmesiyle bu iş bitti. Ondan sonraki… kanlı imparatorluklar tarihidir. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar… Ele geçirme, işgal, fetih hareketleri… İslam’ın barışçıl ruhu peygamberden 50 yıl sonra bitmiştir” (www.haberyuzdeyuz.com/guncel/peygamberden-50-yil-sonra-bitti-h12994.html)
Bu tarihi evrimin nedeni olarak Bardakoğlu da din ile siyasetin iç içe girmesini görüyor: Bugün, “siyaset ile İslam’ı özdeşleştiren ve bireyleri din konusunda yol ayrımına getiren bir dil benimsenmiş durumda. Bu dil, Kuran’da ve Peygamber’de olmayan, sonradan üretilmiş siyasal bir dildir, dini dil değildir… Din, ideolojilerle yarıştırıldı… Kavgalar din üzerinden verildi. Herkes dinden kendini meşrulaştıracak veya ötekini dışlayacak argümanlar seçme yarışına girdi.
Bireye özgürlük alanı bırakmak şöyle dursun, kimi sevip kime karşı olması gerektiğine kadar inen “prototip Müslüman” modeli sunuldu. Oysa bizim kadim geleneğimiz böyle değildi. İslam hep sivil ve özgür ortamda gelişti”.
Çare?
Belli ki çareyi kaynaklarımız, Kur’an ve sünnete olduğu kadar çağın gerçeklerine uygun bir din eğitiminde görüyorlar. Ama kim verecek bu eğitimi? Bardakoğlu biraz karamsar: “Kim belirleyecek gerçek İslam’ı? “Ulema” deniliyor. İyi ama zaten sorunların arkasında ulemanın zihin yapısı yok mu?”
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”