Bauman Dünyaya ve Kendimize Dair adlı eserinde bir insanın başka bir insana karşı işleyebileceği en büyük kötülüğün, o insana insanlık haysiyetini teslim etmemek veya onu haysiyetini elde etme şansından mahrum bırakmak olduğunu söyler. Haysiyet, Bauman’ın anlam yelpazesinde farklı anlamlara gelir. İlk anlamında haysiyet, alınıp verilebilen bir şeydir. Başka bir deyişle birilerinin verme hakkına sahip olduğu, diğerlerinin almayı hak etmesi gereken bir payedir. Orta çağ Avrupa’sında soyluların soylu olmayanlara gerekli gördükleri durumlarda lütfettikleri paye, buna örnektir.
Halbuki Bauman’a ve insan olma hâlinin değerine ulaşmış olanlara göre haysiyet, insan olmanın doğasına içkin bir şeydir. İnsan, insan olmak bakımından değerli ve haysiyetli varlıktır. Burada haysiyetin tanımı veya haysiyetli olmanın niteliklerinin ne olduğu sorusu belirginleşir. Bauman, onurun en temel haysiyet özelliklerinden biri olduğunu vurgulayarak onurlu insanın verdiği sözü tutan, söz ve eylemlerinde tutarlı olan ve bunların sonuçlarının sorumluluğunu kabul eden kişi olduğunu söyler ve ekler: Bu ise cesaret gerektirir.
Dolambaçlı cümlelerle ifade etmek istediğimiz konuların böylesine net ve sade bir biçimde ortaya koyulması insanı heyecanlandırıyor ve sözün sahibine bir kez daha hayran bırakıyor. Tarih tekerrürden mi ibarettir çok emin değilim, ancak toplumsal olayların temelindeki insan ruhunun hastalıklarının benzer olduğunu biliyorum. Sözgelimi gücünü sadece kendi çıkarları ekseninde kullanmaya yönelen muktedirlerin zalim portrelerinin farklılığı sadece cisimsel ve görüntüseldir. Psikolojide narsistik kişilik bozukluklarının maddeler hâlinde sıralanabilmesi, bu özelliklerin tipleştirilebileceğinin kanıtıdır zaten.
Zalim muktedirlerin tek tipleşmiş özellikleri olduğu gibi onların hışmına uğrayan madun kitlenin de tek tipleşmiş özellikleri olduğunu biliyoruz. Czeslav Milosz’un 1980’de Nobel ödülü alan Tutsak Edilmiş Akıl adlı eserinde her iki tipleşmenin tezahürlerini görürüz. Tıpkı şimdilerde olduğu gibi Alman mezaliminin Yahudi halkta uyandırdığı ortak duygu; korku, yakınlarını yitirmenin verdiği acı, zalimlerden nefret, zulüm görenlere acımadır. Hitler prototipin evrensel faşistlere ne kadar uygun olduğunu bilmeyenimiz yok zaten.
Başta dediğim gibi tarihin tekerrüründen değil, insan ruhundan sızan marazların ve onların çizdiği toplumsal tablonun benzerliğinden söz ediyorum. Buna göre, yapan da yıkan da insan. Demek ki insan -hep diyegeldiğimiz gibi- kendisini ve toplumunu değiştirip dönüştürme gücüne sahiptir. Karizmatik faşist otoritelerin karanlığında yasa bürünen insanlı dünya, bu otoritelerin sultasından kurtulma mücadelesi verenler sayesinde bir nebze aydınlığa kavuşmuştur. İnsanlık tarihinde şekli şimali ve coğrafyası hep değişse de bu çatışmanın özündeki zıtlık değişmemiştir.
Günümüzde kendisini tam merkezinde bulduğumuz altı yıllık mezalim, bu bakımdan çok yönlü ele alınarak tarihsel bağlama oturtulmalıdır. Benzerlikler insanı donduracak düzeydedir; hep öyleydi ancak bu “donma” hâli konunun öznesi olduğumuzda gerçekleşiyor galiba. Yahudi soykırımını mutlak bir inançla gerçekleştiren otoritenin şiddetine maruz kalanların duyguları Milosz’un eserinde çeşitleniyor. Jandarmanın işkence ettiği bir kişinin, öldürüleceğini bile bile en yakın arkadaşının adını verdiğini söyler Milosz, çünkü işkence altında inleyen kişi yalnız ölmekten korkmaktadır. Madun bu korkunun tam merkezinde kurtuluş yolu aramaktadır: Bu dehşet döneminde hayatta kalmanın yolları olabilir, bu denenmelidir en azından. Bu nedenle gücün sahibine bağlılık ve insanın kişisel tarihine dahil olan bütün özneleri ihbar etme, yani muhbirlik hayatta kalma arzusuyla meşrulaşır.
Konu oldukça dramatik ve bir gazete yazısında irdelenemeyecek kadar uzun. Yaşadığımız sürecin aktörlerinin fotoğraflarına göz attıktan sonra, başka aktörlere işaret etmek zorunludur. Bauman’ın temel niteliklerini saydığı haysiyetli kişiler, tarihin karanlığına mum dikebilme gücüne sahip öznelerdir. Fakat bu hâle gelmek, tam anlamıyla bilinç düzeyindeki bir demlenmeyi gerektirmesi bakımından, kolay değildir. İşçi sınıfını kendi haklarını elde edebilmek için kendinde bilince davet eden Marx’ın başarısız olduğu söylenebilir mi? Paulo Freire’in ezilenlerin ezilmeye razı oluşundaki insandışılaşmayı, ezenin insan dışılık seviyesinden yüksek görmesi hakikaten etkileyicidir. Çünkü faşist muktedirin argümanlarının hep kendisine çalıştığı konusunda şüphe yoktur. İnsan olmak bakımından haysiyetli olmasına rağmen ezilen ve dışlanan kişinin, kendi haklarını savunmaması insanlık durumunda hangi kategoriye sokulacaktır sorusuna çok açık bir cevaptır Freire’in “insandışılaşma” kavramı.
Konuyu KHK davasına taşıdığımızda hakikat kendiliğinden belirginleşir. Buradaki temel mesele, temel insanlık haklarından mahrum bırakılarak öncelikle kendi varlığına, sonrasında içinde var olduğu topluma yabancılaşan sosyal aktörün hangi duruşu seçeceğidir. Metin okuyarak öğrenilenlerin an içinde kendini yok ettiği bu ağır tecrübe, Türkiye toplumunun değişim ve dönüşümünde hayati önem taşıyan bir kırılma noktasıdır. Şu konuda hiçbirimizin şüphesi yoktur: Dünün Alman faşizmine karşı haysiyetli bir mücadele veren aktörlerin bugünkü Avrupa toplumunu yaratması gibi, OHAL ve KHK sultasına karşı insanlığını ve var oluşsal özelliklerini koruma mücadelesi veren aktörler ülkemizin yarınının inşacısıdır. Bu bağlamda oluşan yeni prototipin onayı dışında bir toplumsal gerçeklikten söz edilemez.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”