Bilûr’un yanık ezgisine erbane eşlik ederken sakin akan Dicle’ye bakıyorduk. Günbatımından hemen sonra, göğün rengi güneşin ateş kızılına dönüşmüşken… Bilûr o ânı kutsuyordu. Bir ateşin alazları yüzümüze yansırken Ezidi köyünün yamacında Dicle’yi selamlıyorduk. Ezidi dengbej en güzel stranlarını, ağıtlarını bize ve Dicle’ye yakıyordu. Çok zaman geçti üzerinden, lâkin acılar, ağıtlar hep aynı; ortada duran onca fotoğraf bunu bize bir kez daha hissettiriyor.
Dicle’nin Yakarışı’nda, yaşlı Rind’in ölümünde nasıl güzel anlatır büyük Kürt romanını defalarca yazan Mehmet Uzun; o klamları, Ezidileri, Kürtleri hatta Ermeni ve Süryanileri…
İstiklâl Caddesinin keşmekeşinden uzak bir mekânda oturmuşum. Yanımda yöremde birçok insanın sohbetine kulak misafiri oluyorum. Onca kalabalığa rağmen yalnızım. Önümde günün gazeteleri; haber peşindeyim. Kızın biri yanındakine anlatıyor ya, sanki bana dert yanıyor; dinliyorum.
“Biliyor musun” diyor. “Ben özgür bir insanım. Her istediğimi yapabilirim. Her istediğimi giyinir, hatta geceleri dışarı dahi çıkabilirim. Anneme de söyledim, abime de…” Söylerken etrafına bakınıyor, korkulu…”Tabi ki,” diyor yanındaki, “Çıkabilirsin, yapabilirsin…” Burası özgür bir ülke ve biz Arap devleti ya da muz cumhuriyeti gibi bir ülke değiliz ki; demokrasiye inanan özgür insanlarız, öyle değil mi? Bak bu uğurda şehit bile verdik hep birlikte…” Diğeri başını sallıyor “Hı hı!”
İki de bir birbirlerinin sözlerini onaylıyorlar. Sanki bunu yapmadıklarında bütün sözleri boşa, akan su gibi alelacele akıp gidecek. Gözleri ağlamaklı ve kuşkulu bakıyor ikisinin de… İkisi de aynı anda saatlerine bakarak eve geç kaldıklarından dem vurup aynı anda kalkıyorlar masadan… Kalktıkları yerde bırakıp gidiyorlar hür düşüncelerini…
Arkadan Leonard Kohen’in o dumanlı içe işleyen sesi geliyor kulaklarımıza… Dance Me To The End Of Love şarkısının güzel müziği hepimizi aşkın büyüsüyle selamlıyor. Dalıyoruz. Depresif bir hayatın kuşkulara salan yansımaları bizi insanlığımızdan yabansı ellere götürüyor.
Sanatı, doğayı önemsiyorum diyorum kendime… Bu değerli bir şey olsa gerek bizim için, dünya için… Alıp kendini uzaklara atasın geliyor da, insan kendisinden o depresif iç sesinden nasıl uzaklaşacak ki?
Manik haller yaşıyoruz bulunduğumuz ortamlarda… Çalışıyor, uğraşıp didiniyor görünüyoruz ya, aslında tümümüz beyaz mani denilen daha coşkun, daha keyifli dönemleri yaşarken, ansızın bozguna uğrayan depresyonun kadrine uğramış sefiller gibi hissediyoruz kendimizi. İntiharların tut ki eşiğindeyiz.
Birbirimizin gizli düşlerinin, en derin korkularının, umutla başlayıp paramparça olacağının bilincinde olsak da çaresizce pervaneler gibi bizi yakacağını bile bile ateşe dönüyoruz… Ölüm yavaşça değil de hızlıca bizi alsın diye yalvarıyoruz.
Lityumu biliyor musunuz? Manik depresyonun tedavisinde kullanılır. Eskiden koyunları çakallardan korumak amacıyla koyunlara yutturulurmuş. Parçaladığı koyunun etinden bir parça alan çakal bir daha koyunlara yaklaşmaz, hatta koyunlara ilişmemeyi öğrenirmiş. Belki de hepimiz birden lityum alırsak çakallar bize de bulaşmaz; kim bilir?
Dünyanın ilk kütüphanesi Asurbanibal, Asurlular tarafından M.Ö. 626 yılında kurulmuş. 15.yüzyıldan itibaren de matbaanın icadıyla beraber Avrupa’da kütüphaneler ve kitaplar yaygınlaşmış. Şimdi ise Hitler dönemine benzer bir duruma gittikçe alışıyor muyuz ne? Gazeteler, kitaplar, dergiler derken gazetecilerin dramını konuşuyoruz; daha doğrusu konuşamıyoruz.
Ekonomik darboğaz çerçevesinde kömürleri tüketmekten hatta nükleer ya da termik santrallerden söz ediyor devlet ricali… Elbirliğiyle yaşamaya dair ne varsa, güzellik adına ne varsa bitiriyoruz. “Artık kapatıyoruz!” diye slogan asan mağazalara döndük neredeyse…
Sait Faik’in Son Kuşlar öyküsünü okudunuz mu? Oradaki bir diyalog bizi bu zamanda yaşadığımız korkularımızla yüzleştirmez mi?
“Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı… Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük… Sizin için kötü olacak; benden söylemesi…”
Belki de bebeğini kaybeden kıza, Kafka gibi mektuplar yazmalıyım güzellikleri göremeyecek olan çocuklara…
O an yazdığım birkaç dizeyi ve yalnızlığımı masadan alıp kalabalığa karışıyorum. Bir vitrindeki televizyonda Şırnak’ın yanardağ hışmına uğramış gibi duran görüntüsü düşüyor gözlerime; yıkılıyorum…