Toprak ananın birçok çocuğu vardır. Ana, bütün çocuklarını aynı yakınlık ve aynı sevgiyle bağrına basar. Devlet baba ise bütün çocuklarının ona itaat etmelerini, onun sözlerinden dışarı çıkmamalarını aksi takdirde onları helak edeceğini söyler.
Belki de bundandır Osmanlı sarayında taht ve sultanlık için erkek çocuklarından vazgeçmesi onları gerektiğinde katletmesi hükümdarların… Oysa analar çocuklarının teline zarar gelsin istemez; onları korur, kollar ve saklar…
Brecht’in ünlü eseri Kafkas Tebeşir Dairesi’nde yer alan, esasında bir Çin masalından devşirilmiş hikâyeyi bilir misiniz? Gruşa, soylu bir ailenin yanında hizmetçilik yapmaktadır. Şehirde isyan çıkar. Soylular değerli eşyalarını alıp kaçarlar. Bu kargaşada Gruşa’nın çalıştığı evin bebeği ortada kalır. Anne kaçarken bebeğini unutmuştur. Gruşa, çocuğu sahiplenir, ona annelik eder. Onu canı pahasına korur. Hatta bebek aç kalmasın, sıcak bir evi olsun diye sevgilisinin askerden dönmesini beklemeden zoraki bir evlilik yapar. Yıllar sonra bir gün gerçek anne çıkagelir. Gruşa’dan çocuğu geri ister. Ortada iki anne ve bir çocuk vardır. Gruşa çocuğu vermek istemez. İsyanda malının mücevherinin derdine düşüp bebeğini unutan kadın gerçek annenin kendisi olduğunda ısrar eder. Mahkemeye gidilir. Hâkim, hikmet sahibi bir adamdır. Annelik iddiasında bulunan bu iki kadına, çocuğun kollarından tutup kendilerine doğru var güçleriyle çekmelerini söyler. Gerçek anne çocuğun koluna kopartırcasına asılır. Çocuğun acı çekmesine yüreği el vermeyen Gruşa ise elini bırakır. Çocuk biyolojik annesinin tarafına düşer. Yani asıl emek verip annelik yapan sevgiyle vazgeçer büyütüp beslediği yavrusundan…
Tevrat’ta ve İslami kaynaklarda ise şöyle anlatılır. Yanlarında bebekleri olan iki kadın ormandan geçerken karşılarına bir kurt çıkar ve bebeklerden birini kapıp kaçar. Bebeğini kurda kaptıran anne çılgına döner ve diğer annenin bebeğini kucağından alıp ‘bu benim bebeğim, kurt senin bebeğini yedi’ der. Bu sefer diğer kadın çığlığı kopartır. Aralarında büyük bir münakaşa çıkar. İki anne soluğu Hazreti Davut’un huzurunda alır. Davut Peygamber kadınları dinler. Bebeği kucağında tutan kadının feryadını daha inandırıcı bulur ve gerçek annenin o kadın olduğuna hükmeder. Tabii ki asıl gerçek anne iddiasından vazgeçmez. Konuyu bir üst mahkeme hükmündeki Hazreti Süleyman’a taşır. Hazreti Süleyman tüm bilgeliğiyle iki kadını dinledikten sonra adamlarından bir kılıç getirmelerini ister. İki kadın şaşkınlık içinde olan biteni seyretmektedir. Hazreti Süleyman iki kadını da eşit derecede inandırıcı bulduğunu, bu durumda bebeği iki eşit parçaya böleceğini ve her birine bir parçasını vereceğini söyler. İşte tam da burada gerçek anne geriye doğru bir adım atar. ‘Durun kesmeyin! Ben yalan söyledim, bebeğin gerçek annesi odur’ der.
Brecht’in mahkemesi bebeği Gruşa’ya verir. Yani onca emeğine, fedakârlığına ve sevgisine rağmen bebeğe zarar gelmemesi için ondan vazgeçen anneye. Hazreti Süleyman ise; doğurduğu, emzirdiği, büyüttüğü bebeğin iki parçaya bölünmesine razı olmayıp saniyesinde hakkından feragat edenin gerçek anne olduğunu anlar ve bebeği alıp ona teslim eder. Birinci vakada bebeğe sahip çıkan kadın, ikincisinde biyolojik anne çocuğu alır. Birinci vakada biyolojik anne, ikincisinde bebeğe sahip çıkan kadın kaybeder. Mahkeme haklı olduğunu söyleyeni değil, hakkından feragat edip bir adım geri atanı seçer.
Size göre hangi anne gerçek sevgini gösterir. Emek vererek besleyip büyüten mi yoksa biyolojik anne mi?
İlkokuldaydım bu hikâyeyi ilk duyduğumda… Anneler gününde bu piyesi oynamıştı bizden büyük çocuklar… Hayli etkilenmişim ki gelip anneme sormuştum. O da Süleyman’ın Meselleri kitabını çıkarıp bir kez daha okumuştu o yumuşak sevecen sesiyle… Çok sonra Bertolt Brecht’in eseri Kafkas Tebeşir Dairesi’n de Gruşa’nın hikâyesinde emeğin soylu davranışıyla karşı karşıya kalmıştım.
Diyalektik kavramları, Marksizm’i okuyup emeğin değerini, milliyetçilikten uzak işçi sınıfı mücadelesini kavradığımda Sosyalist mantığın nasıl oluştuğunu da çözmüştüm.
Doğup büyüdüğü vatanı kim sevmez ki… Esas sevmenin evlatlarını katletmektense sahip olmaktan vazgeçmek olduğunun farkına ne vakit varabileceğiz? Çıkarların, karşılıklı restleşmenin alabildiğine tavan yaptığı bir ortamda gerçeğin hangisi olduğuna kim ya da kimler karar verecek. Anadolu’nun bütün halkları bu toprakları ben daha çok severim mantığıyla savaşıp dururken analar ne yapacak?
Milliyetçiliğin iflas ettiği zamanı yaşıyoruz. Bir tarafta asıl ananın kendi olduğunu var sayan devlet ana, diğeri ise Kürt Anaları… Hangi ana çocuğunun öldürülmesine seyirci kalmaktansa ondan vazgeçebilecek… Kişisel çıkarların alabildiğine ortaya çıktığı, din bezirgânlığının tavan yaptığı bir ortamda partiler ne yapacak. Asıl mücadelenin emek mücadelesi olduğunun bilincine ne vakit erecek. Asıl savaş alanının fabrikalar, işlikler ve toprak mücadelesi olduğunu ne vakit idrak edecek bu halklar.
Bir sosyalist olarak asıl mücadelenin emek mücadelesi olduğunun bilincini taşıyorken Milliyetçiliğin bunca evladını helak etmesine nasıl seyirci kalabilir ve o partilere destek vermeye devam edebiliriz.
Kendi evlatları kendi halkı partilerine ihanet etmişken, dinin ve milliyetçiliğin hüküm sürdüğü partiler emeğin değerini nasıl sahiplenip ezilen, horlanan Kürt ve Türk işçi sınıfının ve emekçilerinin sorunlarını çözecek.
Daha ne kadar insan bu uğurda heba olup gidecek. Bizler aydınlar, sosyalist ve komünistler her devirde ezilen Kürt halkının yanında olup mücadelesine destek vermeye devam edeceğiz. Türkiye partisi olmak demek ezilen sınıf mücadelesini yapmaktan geçebilir ancak…
Ya analar evlatlarını kaybetmeye devam edecek ya da ölmelerine göz yummaktansa analığından vazgeçecek…