5 yıl bir direnişin içindeydim gece gündüz. Yüzlerce gözaltı ve tutuklamalardan geçtik yıllarca. Haliyle bir eğlenceyi, arkadaşlarımızla bir yerlerde buluşup bir şeyler kutlamayı aklımıza bile getiremedik. Her gün gözaltından çıkıp yorgun argın eve gelip, direnişe dair yazılarımızı, çizilerimizi yaptık, kitabımızı okuduk, uyuduk ve ertesi gün tekrar direniş alanına gittik. Hatta bir yılbaşı gecesi Alev ve Mehmet metro altından geçerken kimlik sorulmasına itiraz edince gözaltına alındılar ve yılbaşı gecesini nezarette geçirdiler. Geleneksel yılbaşı kutlamamız bile zehir olmuştu bize.
Çocukluğumdan beri ailem doğum günlerimi her zaman pasta ve törenle kutlamıştır. Ben alışkınım doğum günü kutlamaya. Tabii yaş ilerledikçe bu kutlamamlar biraz daha dostlarla sohbet buluşmasına dönüşüyor. Son doğum günüm için de İstanbul’daydım. Dünürlerimin daveti üzerine onların arkadaş grubunun buluşmasına katıldım.
Çok güzel insanlarla tanıştım. Güzel bir gece geçirmek üzere bir evdeydik. Toplanmamızın hemen başında apartmanın önünde bir polis arabası olduğunu söyledi davetlilerden birisi. Bunu söyledikten sonra muzipçe bana bakınca gülüşmeler şakalaşmalar arasında “yok canım o kadar da değildir” dedik. Ev sahibi ne olduğunu öğrenmek için aşağıya indi. Bir süre dışarıya geliş gidişler hızlandı. Sonra ev sahibi bir anahtarla aşağıya indi. Döndüğünde açıklamada bulundu. Alt katta oturan gencin ailesi kendisinden haber alamayınca polislere haber vermiş. Evi bir kontrol edin demiş. Ancak yedek anahtar kapıyı açmayınca dönüp gelmiş. Polisler de gitmişler.
Sorunun ne olduğunu öğrenince, polisler de gidince problem çözüldü rahatlığı ile doğum günü kutlamasına devam edildi. Gece yarısını çoktan geçmişti. Saatlerce şarkılar dinleyip, dans etmiş ve çocuklar gibi eğlenmiştik. Sonra evlerimize dağıldık. Hepimiz mutluyduk. Yeni dostluklar kurulmuş, var olan dostluklar pekişmişti. Ben de mutluydum. Uzun yıllardır özellikle abim ve babamın ölümünden sonra hiç bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum.
Sabah dünürlerim bana özel mükellef bir kahvaltı hazırlamışlardı. Sofrada yok yoktu. Yine akşamın eğlencesi havasında kahvaltımızı yaptık. Sohbet ettik. Keyif çayı içerken telefon çaldı. Telefondan sonra Sedat bey bize akşam polisin evine baktığı gençle ilgili bir şey söyledi;
“Akşam evine gidilen genç kendini asmış” dedi…
……………
……………
……………
Sağır edici bir sessizlik… Sonra “nasıl yani” dedim. “Biz gece çocuk aşağıda kendini asmışken üzerinde mi tepindik?” Ağladım, ağladım, ağladım… Sonra kendimi sorgulamaya başladım; İnsanların kendini yaktığı, gençlerin intihar ettiği, zulmün arşa çıktığı bu ülkede sen eğlendin ha… Oh oldu sana! O kendini asan çocuk tokadı suratına yapıştırdı gitti… Bundan sonra her eğlenmeye kalktığında aklına bu ülkede gençler intihar ediyor düşüncesi gelsin! Unutma o genci, unutma o genci, unutma o genci, unutma…
Sonrası gerçek bir acı ve utanç… İnsan böyle durumlarda yediğinden, giydiğinden, güldüğünden utanıyor. Beni teskin edecek konuşmalar yapıyor sevdiklerim. Oysa hiçbir şeyi kabul etmiyor vicdanım. Hayat işte oluyor böyle şeyler. Hayır! Hayat bu değil. Böyle olmamalı. İnsan yaşlandığında ölmeli. İnsan yaşadım diyebildikten sonra ölmeli. Ama sistem buna izin vermiyor…
93 doğumlu, henüz hayatının baharında, Tokatlı, emekli bir polisin oğlu Ömer Faruk… Hisarüstü’nde mütevazı bir evde oturuyor. Bebek’te bir kafede çalışıyor. Kim bilir ne derdi vardı? Ne derdi olur bu yaştaki bir gencin bu ülkede olmasa, bu sistemin çarklarının dişlilerine takılmasa? Bu yaşta bir çocuk en fazla üniversiteyi bitirdiğinde hangi güzel başarıya imza atacağını düşünmeli değil midir? Ya da belki aşk acısı çekiyor olmalıdır. Ki bilinçle eğitilmiş bir toplumda aşkın da acısı olmaz. Psikolojik sorunları mı vardı? Devlet hastaneleri ücretsiz tedavi etmeli değil midir eğer sorunu varsa da? Maddi sıkıntılar? Neden maddi sıkıntı çeksin çalışan insan? Her istediğini yiyebilme, ihtiyacı olanı giyebilme, insana yakışır koşullarda barınma, kendini geliştirme, gezme, eğlenme hürriyeti olmasın mı bu ülkede?
Kendini asmaya kadar giden yolda gencin kendisine, ailesine, çevresine sorulacak ne çok soru ve suçlama vardır değil mi? Oysa insan dediğin korunmasız, her şeyden habersiz bir bebek olarak geliyor dünyaya ve onu biçimlendiren bir sistem var. Sistemi sorgulayacak, değiştirmeye yeltenecek cesaretimiz olmayınca en kolayından sormamamız gereken soruları en edilgen olana sormak ne kolay!
Saatlerdir kendime “herkes eğlenecek duruma gelene kadar eğlenmeyeceğim” diyorum. Çünkü “gülmek bir halk gülebiliyorsa gülmektir” sözü dönüyor kafamda durmadan. Çünkü herkesin acısını kendi başına yaşıyor olmasından artık çok rahatsız oluyorum. Çünkü kimsenin acı duymasını, eziyetle yaşamasını istemiyorum. Çünkü acının hayatın gerçeği olduğunun söylenmesinden bıktım. Hayat acı değildir, olmak zorunda da değildir. Acıyı kanıksayan kafalar hasta kafalardır. Acıyı normalleştiren yöneticiler sömürgecidir. Ve bize acı yaşatan ne varsa değiştirme gücümüz vardır; bu değiştirme gücümüzü elimizden almaya, unutturmaya çalışan yöneticiler bizim düşmanımızdır.
Biz gülebiliriz eğlenebiliriz, mutlu yaşayabiliriz. “Çok gülersen ağlarsın” düşüncesini kafamıza işleyenler, yönettiklerine acı yaşattıklarının bilincinde olan iktidarlardır bizi ağlatanlar. Değilse batıl bir inançtan öteye gitmez bu düşünce. Çok gülmek değil bizi ağlatan. Mutlu olmak hiç değil…
Acıyı içselleştirmemizi istiyorlar çünkü mutluluk talep etmemizi istemiyorlar. Oysa alt katımızda bir gencin kendini astığı tavanın üstünde eğlenmiş olmanın utancını yaşamadan eğlenmek, mutlu olmak istiyoruz biz. Çünkü biz artık alt katımızda bir genç kendini asacak kadar çaresiz bırakılsın istemiyoruz! Ve mutlu olmak hakkını söke söke almazsak iktidarlardan, acımızı kendi başımıza yaşamaya devam edeceğiz bugün oğlunun cenazesini almaya gelen anne-baba gibi…
Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz…
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”