Tarihin olduğu gibi değil, olması istendiği gibi yazılması, bugünün ideolojik ve psikolojik ihtiyaçlarından kaynaklanıyor. İyi, yüce, haklı, adil ve hep başarılı bir geçmişin mirasçıları olmak bizi mutlu ediyor. Ama bir o kadar da gerçeklerden ve
bilimsel bir dünya görüşünden uzaklaştırıyor. Bugünün sorunlarından kaçıp ideal bir geçmişe sığınmak ihtiyacı, yeni ve olmayan bir Osmanlı yarattı.
Bunu kendi tecrübemle anlatayım:
Yer, Mekteb-i Mülkiye -Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi-. Derste son dönem Osmanlı siyasetini anlatıyorum. Bir öğrenci kalktı, “Hocam, Osmanlı İmparatorluk değildi” dedi. “Pekiyi neydi?” diye sordum, “Devlet-i âliyye’di” (Büyük Devlet) diye yanıtladı. Mantıksal kurgusu, altındaki ideolojik zemini hemen açık ediyordu.
İmparatorluk dendiği zaman doğal olarak işin içine emperyalizm giriyordu. Ama o ve doktrine edildiği çevre, Osmanlı’ya emperyalizmi yakıştıramıyordu. O yüzden Osmanlı’nın kendine biçtiği isme ve dünyada kendisine atfedilen unvana karşı alternatif bir tanımlama ve tabii, tarih tezi ortaya koyuyordu.
Son zamanlarda sıkça duyar olduk: “Benim dinim öyle değil”, “Bizim bildiğimiz tarih öyle değil”, “Bizim öyle atalarımız yok”! Yeniden kurgulanan tarihte, Osmanlı’nın yayılması işgal ve başka ülkelerin ekonomik kaynaklara el koyma değil, kötü yerli yöneticileri değiştirip adalet ve düzen götürmekten ibaret. Hele tabi (bağlı) unsurların (gayr-ı Müslimlerin) sonradan ekonomi yoluyla elde ettikleri birikimin yoksul Müslüman reayayı rahatsız etmesi olgusu, azınlık sömürüsü olarak tanıtıldığı için, servetin el değiştirmesi kampanyaları, “haklı milli direniş” oldu. Tabi ulusların özerkleşme/bağımsızlık hareketleri de hıyanet… Ama milli tarih böyledir; egemenin söylemdir.
Ekonomi konusundaki en güçlü savunma mekanizması, “Ama Osmanlı, Batı gibi sömürgeci olmadı”. Bakın işte bu doğru. Sömürü ilişkisi, daha ileri bir ekonominin, daha geri bir ekonomiyi kendisine ucuz emek, ham madde tedarikçisi ve pazar olarak bağlanması ve bu ilişkiyi zorunlu hale getirmesiyle kurulur. Osmanlı ekonomisi (tarım ve yağma) işgal ettiği ülkelerin ekonomisinden daha ileri olmadığı için sömürü, ekonomi-içi yöntemlerle değil, ekonomi-dışı yöntemlerle (zor kullanarak -tarımsal ve ticari artığa el koyarak-) gerçekleşti. Zor vardı ama ekonominin kanunlarına dayalı bir sömürgecilik yoktu. Tuttum kolundan Osmanlı’nın imparatorluk olmadığını iddia eden öğrenciyi bizim Fakülte’nin akademik kurul odasına götürdüm. Orada Mekteb-i Mülkiye’nin kuruluş yılı 1856’dan beri ilk müdüründen son dekanına, feslisinden papyonlusuna kadar, yöneticilerin resimleri var; bir de diploma örnekleri… Diplomaların yarısı Arapça harfli eski Türkçe, yarısı Fransızca… Diplomanın Fransızca bölümünde “Empire Ottoman” (Osmanlı İmparatorluğu) yazıyor Yani devlet ne olduğunun farkında. Ama birileri, sırf ideolojilerine uydurmak için tarihi çarpıtıp, Osmanlı’nın ismini ve sıfatını değiştirmek için akla ziyan bir çabada bulunuyor. Tarih değişmiyor, yanlış öğreniliyor/öğretiliyor, bilimsellikten uzaklaşılıyor ama onlar tatmin oluyor.
Osmanlı denince öğretilmeyen ve konuşulmayan başka bir konu daha var: Kölelik. Bu sessizlik, biraz İslam’ın merhamet dini, biraz da Osmanlı’nın adalet devleti olarak
tanımlanmasından kaynaklanıyor. Oysa, İstanbul’da bir semt var: “Avrat Pazarı”. Bu pazarda köle kadınlar alınır satılırdı. Kaç yılına kadar? Ehud R. Toledano’nun, ‘Osmanlı Ortadoğusu’nda Köle Ticareti ve Yasaklanması, 1840-1890’ kitabı bu konuyu incelemiştir. Osmanlı’da büyük kentlerde esir pazarları vardı. İstanbul Esir Pazarı 1847’de kaldırıldı ama bu köle ticaretinin bittiği anlamına gelmiyordu. Loncalar el altından görevlerini sürdürdüler. Faaliyetler arka sokaklara kaydı, evlerdeki saklı ticarete dönüştü. Eylül 1854’te bunun engellenmesi kararı alındı. 1857 fermanıyla da köle ticareti resmen yasaklandı, İngilizlere de Osmanlı gemilerini bu konuda kontrol hakkı tanındı.
Köleliği kaldırmış görünmesine karşılık Osmanlı’da 1893’te (yani 20.yy.ın eşiğine dek) hâlâ köle alım-satım belgesine rastlanıyor. Batı’nın sicili, bu konuda Osmanlı’dan daha ak değil. Köleliğin ilgası İngiltere’de 1833 yılında kanunla gerçekti ama Seylan ve Siri Lanka gibi kolonilerinde 1843’e kadar sürdü. Zannedilmesin ki “medeni” İngiltere’de köle sahibi soylular ve işadamları, imana gelip kölelerinden vaz geçtiler. Devlet, bütçesinden 20 milyon pound (o zamanın gayr-ı safi yurtiçi hasılasının %5’i kadar bir pay) ayırıp, köleleri sahiplerinden satın alıp özgürleştirdi.
ABD ağır bir travma (iç-savaş) sonrasında 1865 yılında köleliği kaldırılmasına rağmen ırk ayırımcılığından kurtulması bir yüzyıl daha aldı. Fransa’da kölecilik daha önce ilga etmesine rağmen ticareti kolonilerinde 1849’a, mandası altındaki Kamboçya’da 1884’e kadar sürdü. Diğer ülkeler hakkında özgürce konuşabilirsiniz ama “Osmanlı’da kölecilik vardı” derseniz, ağır eleştiriye razı olmalısınız. Ne var ki, tarihi bozup, kendinize göre yeniden dizdiğinizde (yorumladığınızda) sizden başka alıcısı olmayan bir rivayete dönüşüyor. Gerçek olmaktan çıkıp inançlaşıyor. İnançlar da insan davranışını yönlendiriyor. Önemli olan, bu yönlendirmenin barışçı veya kavgacı; uzlaşmacı veya çatışmacı olması. Biraz daha Osmanlı Gerçekleri Nasıl ‘para aklamak’ varsa milliyetçi tarih yazınında, özellikle yaşanan büyük kayıpların travmasını hafifletecek ‘tarih aklamak’ (hep iyiyi ve başarıyı öne çıkaran) bir olgu da var. Örneğin tarih öğretimizde Birinci Büyük Savaş’ta niye yenildik ve 600 yıl süren bir imparatorluk niçin dağıldı diye sorular yoktur. Onun yerine okullarda “1. Dünya Savaşı’nda yenilmedik, Almanya gibi müttefiklerimiz yenildi; biz de yenik sayıldık” gibi bilim-dışı, duygusal gerekçeler öğretildi. Oysa doğru soruları sorsaydık, bugün yine “beka sorunu” psikozuyla yaşamaz, aynı hataları tekrarlamazdık.
1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşanan kayıpların acısını, Çanakkale ve Kut’ül Amare gibi cephelerde 100 yıl önce kazanılan parlak zaferleri kutlayarak telafi etmeye çalışıyoruz. Tıpkı İstanbul’un her yıl fethedilmesi gibi… Bu da bizim Çanakkale gerçeğini tüm boyutlarıyla değerlendirmemizi engelliyor. İdeolojik örtüsünden arındırılmış Çanakkale gerçeği daha az şanlı değil ama farklı: Birinci Dünya Savaşı başladığında 3 kıtada 2,5 milyon kilometreye yakın toprak parçasında hüküm süren Osmanlı Devleti’nin 14 Mart 1914’teki nüfusu 18 milyon 520 bin idi. Devletin sınırları içinde 1 milyon 729 bin Rum, 1 milyon 161 bin Ermeni, 187 bin Musevi, 55 bin Süryani, 13 bin Keldani, 47 bin Maruni, 11 bin Roman, 15 bin Bulgarın yanı sıra az sayıda Nasturi, Yezidi, Dürzi, Kazak ve Latin yaşıyordu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mithat Atabay’ın verdiği bilgiye göre seferberlikle, Osmanlı İmparatorluğu, tebaasından Müslüman, gayrimüslim herkesi Askere aldı. (http://www.aksam.com.tr/yasam/558 gayrimuslim- canakkale-sehidi/haber-292427)
“Pek çok devletin katıldığı Birinci Dünya Savaşı, 4 yıl 3 ay 14 gün sürdü. Üç kıtada başlayan savaşın, dominyonlar ve sömürgeler de dikkate alındığında 5 kıtada etkileri görüldü. Avrupa’da ise İspanya, İsviçre ve İskandinav ülkeleri dışındaki tüm ülkeler, bu çarpışmalarda yer aldı. Savaşa 66 milyon 38 bin 810 asker katıldı, bunlardan 38 milyon 51 bin 786’sının öldüğünü, yaralandığını ya da kaybolduğunu ifade eden Atabay, Birinci Dünya Savaşı’nda İttifak Devletlerinin (Osmanlı’nın da üyesi olduğu) savaş gideri 60 milyar doları, İtilaf Devletlerinin ise 125 milyar doları aşmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaş gideri, 1 milyar 430 bin dolardı. Bunun büyük bir bölümünü Almanya karşıladı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Birinci Dünya Savaşı’nın ilk 17 ayında silahaltına alınanların sayısı 2 milyon 523 bin kişiyi buldu. Savaş sonuna kadar silahaltına alınanların sayısı ise 2 milyon 850 bin kişiye ulaştı. Savaş sonunda kayıplarımız 325 bin şehit, 400 bin yaralı, 250 bin esir ve kaybolanlar olmak üzere 975 bin kişidir (Dr. Mithat Atabay, AA muhabirine yaptığı açıklama, 5.3.2015)
Çanakkale muharebeleri, eski ve yeni sömürgeci güçlerin ve müttefiklerinin ekonomik ve siyasi egemenlik alanları elde etmek için dünya çapında kıyasıya mücadele ettikleri 1. Dünya Savaşı’nın cephelerinden biridir. Bu savaşta taraflar, karada, havada ve denizde ilk defa kullanılan modern teknoloji ürünü silahlar ve gereçlerle boy ölçüşmüşlerdir. Amaçları mevzii kazanımlardan çok dünya hâkimiyetiydi. Osmanlı Türkiye’si modern savaş gereçlerine sahip değildi. Bunları ona, istediği cephelerde insan gücü sağlamak karşılığında Almanya sağladı. (Erickson, Edward J. [Çev. Orhan Düz] Gelibolu Osmanlı Harekatı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015)
Türk-Alman ittifakı bir çıkar birliğine dayanıyordu: Osmanlı yönetimi (İttihat ve Terakki Hükümeti) Boğazları ve Anadolu’yu korumak, Süveyş Kanalı’nı da içine alan Müslüman-yoğun Ortadoğu’da hegemonyasını sürdürmek, Batı’da kaybettiği topraklardan bir kısmını geri almak ve doğuya açılarak Asya’daki (Azerbaycan, Türkistan ve İran’daki) Türkleri kendi önderliğinde birleştirmek istiyordu. Osmanlı subayları ve aydınları arasında imparatorluk güdüsü kaybolmamıştı. Yaşatması giderek zorlaşan Osmanlılığın yerini Turan idealine bırakıyordu.
Osmanlı’nın kendi yanında savaşa girmesini isteyen Alman İmparatorluğunun (Prusya) başka planları vardı. Hilafetten yararlanarak Müslüman nüfus barındıran İngiliz
sömürgelerinde isyanlar çıkarmak, Süveyş Kanalı’nı kapatarak İngiltere-Hindistan yolunu kesmek, Kafkas harekâtında İngiltere’nin sömürgelerden getirdiği askerleri Avrupa cephesine sürmesini engellemek istiyordu.
Almanlar kazanırsa Osmanlı, Batı karşısında sürekli toprak kaybından kurtulacak, Almanlar da Avrupalı ülkelerin ordularını bölerek Avrupa cephesinde üstünlük saylayacaktı. Bu çıkar uyumu, Osmanlı’nın hem modern teçhizatla donatılmasını hem de Alman standartlarında eğitilmesi ve harp planlarına uygun hareket etmesi için kurmay takviyesini gerektiriyordu. (Erickson, Edward J. Çeviri: Sare Levin Atalay,
Birinci Dünya Savaşında Osmanlı, 1914-1918, Timaş, 2011)
Almanya’dan sadece binlerce vagon silah ve mühimmat gelmekle kalmadı, generaller, subaylar ve binlerce (15,000) erat geldi. Bunlar, gruplar halinde Suriye, Filistin ve Kafkas cephelerinde Türk kuvvetleriyle birlikte savaştı. Süveyş Kanalı, Suriye, Filistin, Irak (Mezopotamya’nın) kaybedilişini, Kafkas Cephesi’nde Sarıkamış felaketini Osmanlılarla birlikte yaşadılar. Diğer yandan Kut’ül Amare ve Çanakkale muharebelerinde zaferi birlikte tattılar. Irak bölgesi, yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu’nun sorumluluğundaydı ve Komutanlığa Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa atandı. Bu orduya bağlı Kut cephesinin komutanı önce 9. Kolordu Komutanı Albay Sakallı Nurettin Bey, sonra Albay (Mirliva-Tuğgeneralliğe terfi etmiştir) Halil Bey’di. Halil Paşa, daha sonra Kut soyadını benimsemiştir.
Freiherr von der Goltz Paşa, 1880 yılından ölümüne kadar Osmanlı Ordusu’nda çeşitli kademelerde görev yaptı. Goltz Paşa, son görevi olan 6. Osmanlı Ordusu Komutanıyken 19 Nisan 1916’da lekeli humma hastalığından gözlerini dünyaya yumdu. Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz Paşa, vasiyeti üzerine Türk ve Alman bayraklarına sarılı olarak Tarabya’daki mezarlığa defnedildi. Mezar taşında haç ve ay yıldız da bulunmaktadır. (Wolf, Klaus, Gelibolu 1915 – Birinci Dünya Harbi’nde Alman Türk Askeri İttifakı, [Çevirmen: Eşref Bengi Özbilen] İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) Çanakkale Cephesi Mithat Atabay, Çanakkale Cephesi’ne İngilizlerin 410 bin, Fransızların 79 bin olmak üzere 489 bin askeri savaş alanına sürdüğünü, İngilizlerin 205 bin, Fransızların ise 47 bin zayiat verdiğini belirtiyor.
Osmanlı bu cepheye yaklaşık 500 bin asker göndermiş, bunlardan 57 bin 39’u savaş meydanlarında şehit düşmüş, 20 bin 29,739’si hastanelerde hayatını kaybetmiştir. Savaş sırasında yaralanan askerlerin sayısı 97 bin 864, esir düşenlerin sayısı ise 11 bin 17,839’dir. Çanakkale Cephesi’nde, Osmanlı Ordusunda Müslüman (Türk, Arap, Çerkez, Abaza, Laz, Kürt, Pomak, Roman) askerlerin yanında imparatorluğu oluşturan gayr-ı Müslim askerler (Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Keldani) de savaştı. Bu Osmanlı İmparatorluğu’nun çok-uluslu yapısından kaynaklanan doğal bir sonuçtu.
Çanakkale Savaşları’nda, hayatını kaybeden askerlerimizden 558’i, (şehit düşen 315 sağlıkçı subayın 100’ü) imparatorluğun gayrimüslim unsurlarındandı. Yani Ermeni, Rum, Yahudi kökenliydi. Bu, şehit olan her 100 askerden birinin gayr-ı Müslim olduğu anlamına gelmektedir ki imparatorluğun nüfusuyla da uygun bir durumdur.
Çanakkale cephesinden sorumlu 5. Ordu’nun komutanı, Mareşal Liman von Sanders’ti. Osmanlı Genelkurmayı, onu 3. ve 15. Kolordularla, 5. Tümen ve Bağımsız Süvari Tugayı’ndan oluşturulan 5. Ordu Komutanlığına atamıştı. Mareşal Sanders Paşa, göreve
Almanlardan oluşan bir kurmay heyetiyle başladı. (Atacanlı, Sermet, Atatürk ve Çanakkale’nin Komutanları, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015) Sekiz buçuk ay süren çarpışmalar sırasında 500’e yakın Alman subay ve eri Çanakkale cephesinde görev yaptı. Savunma hazırlığı sürecinde de mayınlama, topçu bataryaları, kıyı güvenliği, denetim-gözlem ve daha birçok alanda Almanlar hizmet verdiler. (Artuş, İbrahim, Çanakkale Savaşı 1915, Kastaş Yayınları, 2015 ve Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı (Bahar-Güz 2008, s. 15-42). Osmanlı hükümeti, daha 1912 yılında Alman askeri uzmanları davet ederek onlardan ordunun eğitimi ve Çanakkale Boğazı sahil tahkimatının yapılmasını istedi. Savaş sırasında Alman subaylar, birçok birliğe ya komuta ettiler ya da kurmay hizmeti verdiler. Muharebelerin şiddetli döneminde kurulan dört grup komutanlığından biri Alman, üç Türk; üç ordu komutanından biri Alman, ikisi Türk; on üç tümen komutanından ikisi Alman, on biri Türk’tü. (Kur. Alb. Dr. İsmet Görgülü, Çanakkale Zaferinin Komuta Kadrosu, Harp Ak. Yayını, İstanbul, 1990.) Boğazların savunulmasında etkinlik gösteren Türk filosunun başında bir Alman filo komutanı vardı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının korunması Alman Amiral Guido von Usedom’un sorumluluğundaydı. Birliklerin kurmay heyetleri içinde Alman subayları, sahil korumasını üstlenmiş grupların içinde Alman askeri uzmanlar vardı.
30 Ağustos 1914’te General Merten idaresinde subay, torpidocu, telefoncu ve top çavuşu olarak toplam 160 Alman personeli bir Alman gemisiyle Çanakkale’ye geldi. Değişik tabyalara dağıtıldılar ve Türk personelin eğitimine başladılar. Savaş sırasında Alman subaylar birçok birliğe ya komuta ettiler ya da kurmay hizmeti verdiler. Muharebelerin şiddetli döneminde kurulan dört grup komutanlığından biri Alman üç Türk, üç ordu komutanından biri Alman, ikisi Türk, on üç tümen komutanından ikisi Alman, on biri Türk’tü. (Kur. Alb. Dr. İsmet Görgülü, Çanakkale Zaferinin Komuta Kadrosu, Harp Akademisi Yayını, İstanbul, 1990.)
Başkomutanlık katında muharip almanları temsil eden delege General Merten Paşa idi. Yarbay Von Kress, Harekât Şube Müdürü; Binbaşı Pötrich, Demiryolu ve Muvasale (Ulaştırma) Müdürlüğü görevindeydi. Doktor Mayer de Sağlık Hizmetlerinden sorumluydu.
Alman savaş teknikleri, eğitimi, silah ve teçhizatının Osmanlı ordusunun savaş kabiliyetini artırdığına kuşku yok. Ama ülkesini savunan ve savaşın yükünü taşıyan Osmanlı asker ve subaylarının kaybedilen savaş içinde kazanılan iki parlak zaferlerde birinci derecede rolü vardır. Onların talihsizliği, modern çağa ayak uyduramayarak çöken bir devletin çocukları olmasıydı. Onlar muharebeleri kazandılar ama Osmanlı Devleti savaşı kaybetti ve tarih sahnesinden çekildi. Almanlarla işbirliği Osmanlı için iyi mi olmuştur, yoksa imparatorluğu ilgilendirmeyen birçok cephede ülke insanlarının heba edilmesine neden mi olmuştur sorusu kolay yanıtlanabilecek bir konu değildir.
Son Osmanlı yönetimi, galip tarafta olursak Batı’nın yayılmacılığını önler, devletin dağılmasını engelleyebiliriz diye düşünmüştü. Ama millet olarak o kadar büyük fedakârlıklar yapıldı ki kaybedilen savaşın içindeki birkaç parlak zafer, Türk askerleri ve tarihçilerince Almanlarla paylaşılmak istenmedi. Türklerin hafızasında 1. Büyük Savaş’ın anıları içinde Alman izleri kısa sürede silikleşti. Alman savaş teknikleri, eğitimi, silah ve teçhizatının Osmanlı ordusunun savaş kabiliyetini artırdığına kuşku yok. Ama ülkesini savunan ve savaşın yükünü taşıyan Osmanlı asker ve subaylarının kaybedilen savaş içinde kazanılan iki parlak zaferlerde birinci derecede rolü vardır. Onların talihsizliği, modern çağa ayak uyduramayarak çöken bir devletin çocukları olmasıydı. Onlar muharebeleri kazandılar ama Osmanlı Devleti savaşı kaybetti ve tarih sahnesinden çekildi.
Almanlarla işbirliği Osmanlı için iyi mi olmuştur, yoksa imparatorluğu ilgilendirmeyen birçok cephede ülke insanlarının heba edilmesine neden mi olmuştur sorusu kolay yanıtlanabilecek bir konu değildir. Son Osmanlı yönetimi, galip tarafta olursak Batı’nın yayılmacılığını önler, devletin dağılmasını engelleyebiliriz diye düşünmüştü. Ama millet olarak o kadar büyük fedakârlıklar yapıldı ki, Osmanlı askeri, silah arkadaşı olarak Almanlara saygı duysa da minnettarlık duymadığı anlaşılıyor. Bunu Osmanlı ordularının fiili başkomutanı Enver Paşa açıkça dile getirmiştir: “Niye biz kendimizi Almanlara karşı borçlu hissedelim? Bizim onlar için yaptıklarımıza karşı onlar bize ne yaptılar? Bize birkaç ödünç para verdikleri ve birkaç subay gönderdikleri doğrudur; fakat, bizim ne yaptığımızı da görüyorsunuz! İngiliz Donanmasını yendik. Bunu ne Almanya ne de diğer bir millet yapabilmiştir. Ordularımızı Kafkas Cephesine yığdık ve Batı Cephesinde kullanılabilecek büyük Rus birliklerini meşgul ettik. Aynı şekilde, büyük ordularını Mısır ve Mezopotamya’da tutmaya İngiltere’yi zorladık ve böylece Fransa’daki Müttefik Ordularını zayıflattık. Hayır, biz olmasak Almanlar, askeri başarılarını asla kazanamazlardı; tamamen bize şükran borçludurlar.” (Görgülü, İsmet,“Çanakkale Zaferi Üzerine Alman İddiaları”, (http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-28/canakkale-zaferi- uzerine-alman-iddialari)
Özetle, bugünü geçmişin referanslarıyla anlamak ve açıklamak mümkün değildir. Hele tarihi, rivayete, ideolojik manifestolara veya ‘ulu’ kişilerin dediğine indirgeyen anlatılar, bizi bir zaman dilimine ve mantık kalıbına sabitleyip sağlıklı bilgiye
ulaşmamızı engelliyor. Bugünde yaşayıp, sürekli günümüzü anlamlandırmak için geçmişe gidip-gelmek, geçmişin anlam dünyasından bugüne yönelik açıklamalar üretmeye çalışmak, ilericiliğin ve gericiliğin tanımını sunan bir zihni yolculuk. Kritik soru şu: ‘ideal çağ’ı, ‘iyi’yi, ileride mi kuruyoruz, geride mi kuruyoruz? Geride kurup, kurtuluşu geçmişte arıyorsak ilerlemiyoruz; geçmişe takılıp kalıyoruz demektir.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”