Derse girdim. Küçücükler. İlkokulu henüz bitirmiş, ortaokula geçmenin, kravat takmanın, forma giymenin, ablalar, abiler olmanın gururu gözlerinde, ayağa kalkarak benim selamımı bekliyorlar… Günaydın çocuklar dedim. Günaydın hocam dediler. Hocam önemli burada. Öğretmenim demeyecekler büyük ihtimal. Ortaokula geçtiklerine göre…
Oturun çocuklar, bana öğretmenim derseniz sevinirim dedim. Bir hayal kırıklığı yüzlerini yaladı geçti. Durmadı. Çünkü gülümseyen yüzüm daha çekici geldi onlara, hocam sözcüğünü kaybetmenin üzüntüsünden.
Yeni tanışıyoruz. Ben Sosyal Bilgiler öğretmeniniz. Adımı tahtaya yazayım. İyice öğrenin. Sonra yanlış söylemeyin… Biz sizi tanıyoruz diyenler oldu. Peki dedim. Şimdi ben sizi tanıyayım. Ön sıradan başlayalım mı? Adınız nedir, nereden geldiniz, neleri seversiniz, ilkokulda hangi öğretmenle birlikteydiniz anlatın bakalım kendinizi…
İlk sırada ilk öğrenci ile başladık kapı tarafından. Sonra orta sıra, sonra cam kenarının ilk sırasında ilk öğrenci ile tanışıyoruz. Hadi bakalım sen anlat kendini. Adın ne? Fırat ‘örgetmenim.’ Fırat sınıftaki çocukların en kısa boylusu, en zayıfı ve en kara gözlüsü… Garip bir şey var bu çocukta. Bakarken gözlerimin derinine, arkasına bakıyor sanki. Kafasında ne varsa sanki bir ışınla benim kafamın içine geçirmek istiyor gibi… Sen nerden geldin Fırat? İstanbul’dan dedi. Annen baban ne iş yapıyorlar? Buraya mı yerleştiniz dedim. Sustu, sustu, sustu… Gözlerini gözlerimden hiç çekmeden bakmaya devam ederken göz boşluğu yaşlarla doldu, sonra damlalar yanaklarından aşağı süzüldü, gözlerini kapatıp başını yere eğdi. Arkadakiler Fırat’ın yüzünü görmüyorlardı. Kendi aralarında konuşarak bu sessizliği anlamaya çalışıyorlardı. Sonra Fırat konuştu. Örgetmenim, annemle babam… Ağlıyor hala, yutkunuyor… Gelmemiştir. Ağlayarak konuşmaya devam ediyor ama boğazı tıkana-dura… Beni burda İmam Hatip öğrenci yurduna yerleştirmişler. Yurtta qalıyorum ben.
Ah Fırat… Gittim yanına saçını okşadım. Sarılıp kafasını göğsüme bastırdım. Şimdi istersen ağla. Ama üzülme. Zil çalınca öğlen arası verilecek. Öğretmen odasında biraz işim var. Onu hallettikten sonra geleceğim seninle konuşmaya, bekle beni olur mu? Yumuşak sesiyle olur örgetmenim dedi. Sınıfa durumu izah ettim. Fırat anne babasından ayrı olduğu için üzülmüş, yurtta kalıyormuş, biz şimdi onun ailesi olacağız değil mi dedim. Hep bir ağızdan ilkokul alışkanlığı ile bağırdılar; Eveeeeeeeet!
Şimdi biz Fırat’ın ailesi olabilir miydik? Bence olamazdık. Onu bir süreliğine ailesinin yokluğunu aratmamışız gibi kandırabilirdik. Gündüz okulda bazı küskünlükleri ona unutturabilirdik ama gece yurt odasında o küçük başını yastığa gömdüğü ve ışıklar söndüğü zaman ne olacaktı? Belki karanlıktan korkuyordu Fırat. Belki çok cesurdu hiç korkmuyordu ama yalnızlık bir çocuğa göre değildi. Ah Fırat…
Zil çaldı, öğlen arası bir buçuk saat. Herkes yemeğini yiyecek. Sınıftan çıkıyoruz. Herkes çıkıyor Fırat yanımda. Başını okşuyorum koridorda yürürken. Kolu bacağıma yapışık yürüyor benimle. Başı belime geliyor. Düşünün ki ben 1.62 boyundayım. Öğretmen odasının girişine kadar benimle yürüdü. Hemen konuş benimle der gibiydi. Oysa onunla hemen konuşamazdım. Düşünmem gerekiyordu. Ne yapabilirdim? Sen şimdi yurda git (yurt hemen okulun arkasında) yemeğini ye, gel, beni burada bekle tamam mı dedim. Olur dedi, gitti.
Öğretmen odasına girdim. Gözlerim dolu. Arkadaşlarla konuştum biraz Fırat’ı. O zamanlar 2000’ler… 2001 ya da 2002 tam hatırlamıyorum. Ama Fırat’ı dün gibi hatırlıyorum. Çok iyi öğretmenler var. Tecrübeli, pedagojik formasyonu tam, okuyan, düşünen insanlar… Henüz Milli Eğitim müfredatı karman çorman hale getirilmemiş… Biz de ilgileniriz hocam, yalnız bırakmayız çocuğu dediler. Ama ben biliyorum, ne kadar ilgilensek de o kendini hep yalnız hissedecek. Annesizlik başka bir şey…
Öğlen arası bitmek üzereyken, nöbetçi öğretmen geldi. Dışarıda Fırat seni yarım saattir bekliyor hocam dedi. Nasıl yani dedim. Ben bahçeye çıkarken oradaydı, geldim hala orada dedi. Fırat yemeğe gitmemiş ki… Hemen çıktım. Orada yolumu gözlüyor. Beni görünce gözleri parladı. Utanarak yanıma yaklaştı. Sarıldım kucakladım. Ömrümün en trajik cümlesini söyledi. Annem gibi kokuyorsun örgetmenim… Şakaya vurdum. Annen de benim parfümümden mi kullanıyor yoksa… Yok dedi. Ama nasıl koktuğumu da anlatamadı… Sadece belime doğru sarıldı sıkıca. Biliyorum ben o kokuyu. Boşluğu dolduran hava gibi bi şey. Kokusu filan yok… Aslında diyor ki Fırat çok çok çok bi boşluk var içimde, seni oraya alsam öğretmenim, sanki annem varmış gibi olsa, bu mutsuzluktan kurtulsam…
Annesini kaybeden kuzular nasıl seslerini duyurmak için meleyerek beni bul anne derlerse Fırat da o günden sonra dolaştı peşimde. Abartmıyorum, her tenefüs öğretmen odasının girişinde buldum onu. Saçını okşamadan geçmeme asla izin vermedi. Vermedi derken, hani bilirsiniz gönüllük esas zorunluluklar gibi…
Çok konuştuk Fırat’la. Nerelisiniz Fırat dedim. Agri’liyim dedi. Şivesinden belli Kürt çocuğu Fırat. 9 kardeşlermiş. Çok çocuk bakamamış aile. Dayı almış Fırat’ı Ankara’da Çubuk İmam Hatip Yurdu’na yerleştirmiş. Dayısı da devlet memuru Polatlı’da. Aile İstanbul’da dede filan birlikte kalıyorlar. Küçük kız kardeşleri de var Fırat’ın. Her birini anlatırken yeniden gözleri doluyor Fırat’ın. Uzun kapkara kirpikleri ıslanıyor. Ne yapsam durduramıyorum göz yaşlarını. Çok hasretlik çekiyor.
Çok zayıf Fırat. Beslenemiyor belli ki. Yemiyor musun yurdun yemeklerinden diyorum. Yiyorum diyor ama… Bir gün Fırat’ı tanıdığım bir bakkala götürüyorum. Bakkal amcası Fırat buradan her gün süt alacak, ben olmasam da geldiğinde verirsiniz olur mu diyorum. Ücretini ben vereceğim size diyorum. Fırat hiç istemem demiyor. Anlattığım şeylerin en önemlisi burası. Arsızlıktan filan değil. Değilse çok utangaç tok gözlü bir çocuk. Benim buna hakkım olduğunu düşünüyor zira. Onu beslemeye hakkım var benim. Çünkü ben onun annesi gibi kokuyorum. Anlatabiliyor muyum?
Fırat’a diyorum ki Fırat sana bir gömlek, bir pantolon daha alayım. İki kıyafetin olsun. Cuma günü birini çıkart bana getir. Ben onu yıkayıp ütüleyim, diğerini Pazartesi giy. Olur diyor. Her Cuma gömleğini, pantolonunu getiriyor, ben yıkayıp ütülüyorum, askıya takıyorum, onları alıyor kirlileri bırakıyor. Böyle geçiyor günler. Sütünü de içiyor her gün. Hakkını yemeyelim bakkal amcamız, Fırat’ın günlük sütü benden dedi bana. Fırat’a çaktırmadık durumu. Bir de bir kavanoz bal aldım. İçine bir tatlı kaşığı koydum. Bunu dolabına koy yurtta, her gün sabah, kahvaltıdan sonra iki kaşık bal ye okula öyle gel dedim. Bayıldı bu fikre. Balı çok severmiş. Bittikçe yeniledik.
Bir gün yurt idaresinden izin alıp Fırat’ı yemeğe çağırdım eve. Geldi. Cumartesi gününü birlikte geçirdik. Fırat dedi ki öğretmenim annem sizin evinizin telefon numarasını istiyor. Sizi arayacak. Tamam o zaman haydi ver telefonu biz arayalım anneni… Hemen heyecanla hareketlendi. Çantasından numarayı çıkarttı. Aradık. Bak şimdi hemen hatırlayamayacağım adını. Biraz düşünmem lazım. Çok iyi hatırlayamadım ama Meryem gibi geliyor şimdi. Aradık. Tatlı bir Kürt kadını konuşuyor. Fırat’la Kürtçe konuştu. Sonra bana verdi Fırat telefonu. Örgetmenim annem sizi istiyor. Aldım. Anne ağlıyor karşıdan. Hoca hanım Allah sizden razı olsun. Fırat’ımla ilgileniyormuşsun. Bak hoca hanım Fırat’ın annesi ben değilim sensin. Ben yokum. Fırat sana sen de Allah’a… Ağlıyor duruyor arada. Hoca hanım. Ben bu hafta size bir paket göndereceğim. Paketi Fırat açmadan size getirecek. İçinde Fırat’a harçlık koymişim. Yok diyorum göndermeyin, ben buradan veririm ona harçlık. Yok diyor ille. Hoca hanım ona göndersem bilemez hepsini birden harcar. Siz ona günlük harcayacağı kadar verin ben gene gönderecem. Tamam diyorum mecburen. Aksini kabul etmiyor çünkü. Kapatırken siz üzülmeyin diyorum. Fırat çok iyi, derslerine de çalışıyor. Biz iyi vakit geçiriyoruz onunla. Ağlayarak kapatıyor Meryem hanım telefonu. Allaha amanet hoca hanım diyor.
O hafta paket getirdi okula Fırat. Eve gelince açtım. İçinde Fırat’a bir şeyler bekliyorum. Açtım ki kızıma bir yelek örmüş. Çok zor örnekli, göz nuru. Bana çorap, lif filan… İçine de dualarla bir not yazmış. Selam ediyor, Fırat’ın asıl annesi sensin diyor. Notun arasında da Fırat’ın harçlığı… Anladım ki bu örgülerden biriktirdiği parayı Fırat’a gönderiyor. Teşekkür etmek için telefon açtım. Bir dede çıktı. Kürtçe konuşuyor. Anladım ki Türkçe bilmiyor. Ben de Kürtçe bilmiyorum. “Tarzanca” konuştuk aramızda. Meryem sözünü duyunca konuştu konuştu, baktı anlatamayacak dedem, çarşi çarşi dedi. Tamam dedim dede, Fırat’ın mamoste dersin, selam söyle… Aleyküm selam dedi, kapattık telefonu. Arapça birkaç kelime de böyle işimize yaradı.
Fırat bir dönem annesini arayan kuzuluktan annesini bulmuş kuzu gibi dolaştı bacaklarıma yanaşık. Yine eve yemeğe gelmesi için izin istedim yurttan, vermediler. Niye bu kadar ilgileniyorsunuz Fırat’la dediler. Görmüyor musunuz çocuk ailesinin hasretini çekiyor filan dedimse de önemsemediler. Biz ilgileniriz hocam size teşekkür ederiz ilginiz için, buranın disiplinine alışması gerekiyor Fırat’ın dediler. Dönem bitmek üzereydi. Karneleri verdik. Fırat tatilde İstanbul’a gitti. Vedalaştık. Annene selam söyle…
Son sözlerimiz oldu ve de son sarılmamız… Fırat ikinci dönem yoktu. Anneyi arayamadım. Telefon numarasını kaybettim. O da belki aradı bulamadı. Belki hiç aramadı. Aklım Fırat’ta. Dayısının telefon numarasını istedim. Yok dediler yurttan. Dediler ki Fırat burada kötü çocuklarla arkadaşlık etmiş, kötü işlere bulaşacakmış, dayısı da yanına Polatlı’ya götürmüş çocuğu. Peki dedim. Arayıp bulacağım, niyetim o. Ama sonrasında annem kanser hastası, kaybettik. Sonra başka başka sorunlar derken Fırat içimde bir acı olarak kaldı. Düşemedim peşine… Biraz da düşmek istemedim aslında. Yurt idaresiyle konuşmadan sonra biraz çekindim. Belki dayının bir politik aidiyeti vardı ve benim gibi “Komünist” öğretmenlerin onu etkilemesini istemiyordu. Kim bilir? Ama Fırat benim hala şuramda bir küçük kuzudur…
Pazartesi Kadıköy Emek Tiyatro’nun bir oyununu izledim internette. Beliz Güçbilmez hocanın yazdığı bir oyunu Defne Halman muhteşem bir oyunculukla ekrandan evin içine taşıyor. Kafamın içine güm güm çarpan bir göç hikayesi anlatıyor sonuna doğru. Orada Fırat geldi yine aklıma. Benim küçücük oğlum kısacık saçlarının içine tohumları saklamış, ama Ağrı’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya, Ankara’dan Polatlı’ya, Polatlı’dan kim bilir nereye ekecek bir toprak bulamadan, köklerini salamadan…
Ah Fırat, ah caanım çocuk!