Türkiye gündemi yoğun, haberler hep sıcak. Isı o kadar yüksek ki artık hangi haberle hangi uçuruma savrulacağımızı bilemiyor, bir adım sonrasını göremiyoruz.
Hayatımız, korkunç bir duyarsızlaşma ile sıradanlaşan kötülüklerin bazen seyircisi bazen muhatabı olmayla geçiyor. ‘Bu kadarla kalsın, olanlar yetsin, ne olursa olsun’ diyecek oluyor ancak onu da beceremiyoruz, çünkü ekonomik sorunların bizi götürdüğü yer aşılması mümkün görünmeyen bir sınır. Hâlâ yemeden içmeden barınmadan yaşama sırrı bulunamadığı, cebimize giren para çakıl taşı hükmüne geçtiği için olanlara başımızı çevirip ‘ne hâlleri varsa görsünler’ diyemiyoruz.
Böyle bir çarkın dişlilerinde yaşıyorsanız, bir de gazete köşeniz varsa konu sıkıntısı çekmeniz imkânsızdır. Yüreğinizde derman varsa haftada birkaç yazı bile döşeyebilirsiniz.
Yalnız bu durum beni biraz farklı etkiliyor; gönlümdeki buğu hem yazma, hem yazmama nedenim olarak temayüz ediyor. Yazarak içimi sağalttığım gibi, yazmayarak kangren hâline gelmiş sorunları depreştirmemiş oluyorum herhâlde. Bu yüzden yeri geldikçe “Artık şiir okumak ve dinlemek, edebiyat konuşmak istiyorum.” diyordum.
Dediğim oldu; bu hafta İzmir’de gerçekleşen rüya gibi bir etkinliğin rüzgârını savuracağım okuyucularıma.
İzmir’in havası 31 Ekim’de başlayıp 7 Kasım’da sona erecek olan 5. Uluslararası İzmir Edebiyat Festivaliyle arınıyor. Dün, sevgili Haydar Ergülen’in direktörlüğünü yaptığı festivalde, ‘Edebiyat aşktır’ sloganıyla hayat bulan etkinliklerin birine katıldım, iki dünya güzeli arkadaşımla birlikte. Yazın alanına yavaş yavaş adım atmaya çalışan eski Türkiye Güzelimiz Sevil Özgültekin, sımsıcak ve derin şiirler yazan sevgili Funda Özgültekin etkinliğe birlikte katıldığım sanatseverlerdi.
Böylesi bir etkinlik yalnız da izlenebilir, yalnız izlemek keyifli de olur. Ancak bu tür etkinlikler sanatsal performansın tesirlerini gözlerinizdeki ışıkların çarpışmasıyla paylaşabileceğiniz arkadaşlarınızla hepten doyumsuz oluyor.
Yeşilyurt Mustafa Necati Kültür Merkezi’nde yapılan program tek kelimeyle muhteşemdi. Programa sevgili şair arkadaşım Neşe Yaşın, Lea Nocera, Gökçenur Ç., Halim Yazıcı, Necati Sarıoğlu, Enver Topaloğlu, Tozan Alkan, Erkan Karakiraz, Sabine Schiffner ve Salah Boussrif katıldı.
Bütün şairler Türkçe ve farklı dillerde şiir ziyafeti sundular şiir severlere. Şiiri çok sevmeme rağmen şiirle ilgili tek cümle kurmamaya özen gösteriyorum çünkü hiçbir şeyi bilmesem de bu konuda haddimi biliyorum.
Dolayısıyla bu yazıdaki niyetim şairlerin ve şiirlerinin güzelliklerine değinerek programı anlatmak değil. Şairlerden ruhuma dokunmayanı yoktu, hepsi farklı renkte ve kokudaydı, onlarla buluşmak bana kendimi ayrıcalıklı ve şanslı hissettirdi. Şiir dinletilerinin etkisine yabancı değilim; bu ayrıcalıklı hissediş ve tat içimde bir yerlerde tetiklenmeyi bekleyen bilindik hâller(im).
Ne var ki bu yazıyı bana dayatan şey, Alman şair Sabine Schiffner ve Arap şair Salah Boussrif’ten akanların beni sürüklediği menzil. Evet, kelimeyi -kendiliğinden hıp diye dilimin ucuna gelse de- bilinçli kullanıyorum. Götürüldüğüm yer bir menzil. Bilmediğim dillerin kelimelerine yüklenen anlam ruhumu elinden tutup bir yere sürüklediğinde, o yer ‘menzil’ olarak temayüz ediyor, başka türlü değil.
Bilmediğim dillerden cömertçe sunulan bu ziyafet nasıl oldu da beni böyle sarsabildi diye bir soru sormuyorum. Sormuyorum çünkü bunun en azından benim kalbimi mutmain eden bir cevabı var: Sanatın büyüsü. Sanatın büyüsü böyle bir şeydir; o, dil, din, cinsiyet, ırk, etnisite, bayrak; kalem, kitap, cüzdan, statü gözetmeksizin muhatabını sarar. Sanatın bayrağı altında toplanan yurttaşlar dünyalıdır, dünyalı yurttaşlar yanlarında pasaport taşımazlar.
Gönlüme taht kuran şairlerin pek çoğunu tanımıyordum. Fakat dün gece bir şey oldu; ben onların ruhlarını gördüm, onlar benim ruhuma dokundu. Bu dokunuşu çok önemsiyorum.
Atmosferimize çöreklenen kapkara zifti delip ruhlarımıza ulaşabilen sanat etkinlikleri güçlendirilmelidir. Üzerine beton dökülen ve nefesleri kesilen sanatçılarımız hayata döndürülmelidir. Hayat artık normalleşmeli, yaşam başkalaşmalıdır. Bu başkalaşım için bütün gücümüzle mücadele etmek zorundayız. Buna mecburuz, çünkü evrensel ahlâk yasaları üzerine kurulamayan toplum dinamiklerinin bizi nasıl bir çukura gömdüğünü an be an deneyimliyor, çektiğimiz acıya paralel olarak aydınlanıyoruz.
Aydınlanma ise bedel ister. Ruhlarımıza kendisini dayatan aydınlanma, insan iradesinden yeterli eylemselliği görmezse bizi aydınlatmak için inat etmez. Aydınlanma bu, ruhunda dayatma yoktur.
Dileyen alıp kabul eder, dileyen kendi karanlığına gömülür.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”